tag:blogger.com,1999:blog-20952215003105857262024-02-08T20:53:26.164+03:00Diary ProductChat Noirhttp://www.blogger.com/profile/16760231214797423059noreply@blogger.comBlogger27125tag:blogger.com,1999:blog-2095221500310585726.post-91644931218337608672010-11-18T20:07:00.001+02:002010-11-18T20:19:25.309+02:00Mastering Basics in MenVedat Sakman bir şarkısı vardı; Zuhal Olcay'ın "Küçük Bir Öykü Bu" adlı albümünde yer alır. Albümün açılış şarkısı mıydı hatırlamıyorum, bir şarkıda kadın giyinir süslenir, heyecanla ve hevesle erkeğin gelmesini bekler, tanışmaları sonrasındaki ilk buluşmaları olacaktır.<br />
<br />
"makyajımı yaptım bekliyorum<br />
hazırlandım bu gece<br />
beni çıkaracaksın diye<br />
uçuyor, uçuyorum<br />
<br />
penceredeyim saçımı tarıyorum<br />
kulağım kapıda<br />
elbisem buruşmasın diye<br />
oturmuyorum"<br />
<br />
Lakin erkek gelmez.<br />
<br />
"tavandaki lambaya bakıyorum<br />
gözlerimi yumdum ağlıyorum<br />
kendime kızıyorum<br />
ve seni bekliyorum<br />
<br />
sokak sustu<br />
perdeleri çektim<br />
saçım başım elbisem<br />
makyajım bozuldu<br />
gelsen de sevgilim<br />
şimdi artık çok geç çok geç<br />
ama yine de seni bekliyorum"<br />
<br />
Bu hikayedeki erkek öküz aleyhisselam çok affedersiniz. Bundan daha açık bir tanım olabilir mi? Esas arayıp da buluşmayı iptal edenleri irdelemek lazım. Erkekler neden bir kaç buluşmadan sonra birlikte planlamış olduğunuz yemeği, sinemayı ya da Sapanca gezisini iptal eder. Ya da şarkıda olduğu gibi ilk tanışmadan sonra daha siftah yapmadan arayıp gelemeyeceğini söyler.<br />
<br />
Nedeni her ne olursa olsun, hayat bu adamların yaptıklarında "derin" anlam aramakla geçmez. İşte bayramlık iptal bahaneleri:<br />
<br />
1- Senden daha iyisini bulmuştur!<br />
Berbat bir durum. Moral bozucu, kahredici lakin dünyanın sonu değil. Olur böyle şeyler. Hayat sürprizlerle dolu. Kimin karşımıza ne zaman çıkacağını bilemeyiz. Bazen öyle biriyle tanışırız ki, harbi kaçırılmayacak kadar iyidir. Model erkeğimiz ıkınacak sıkılacak birazcık, nasıl yapsam da söylesem diye zorlanacak, sonunda arayıp buluşmayı iptal edecek. Tabii ki öküz olmadığı için sen incimeyesin diye gerçek nedeni söylemeyecek.<br />
<br />
2- Korkmuştur.<br />
Ay sanki adamı nikah masasına yürüteceksin ya da elini tutsa hamile kalacaksın da korkuyor. Kadınlar daha çok korkuyor evlenmekten, çocuk sahibi olmaktan, eve tıkılı kalmaktan, kirli çoraplarını yatak ucuna koyan adamla yanyana uyumaktan. Neyse korkuyor işte bu hödükler. Başlıyor kafada kurmaya; evde osura osura dolaşıyorum, yatağımda döne döne çaprazlama zıbarıyorum, canım istiyor dışarı çıkıyorum istemiyor yan gelip yatıyorum, sorumluluğum yok, vs vs vs. Bazen de eski sevgilinin açtığı yaraları hala yalamakla meşgul olduğundan tökezliyor, kararsızlaşabiliyor. Oooffff kardeşim nikah provasına mı gidiyorsun, alt tarafı çıkıp bir şey içeceksin, sohbet edeceksin. Böyle herşeyi büyüten, melodram yaratan adamla işin ne zaten. Bırak gitsin.<br />
<br />
3- Eski Sevgilisine dönmüştür.<br />
Garip ama gerçek. Sen kapıdan içeri girersin eski sevgilisi pencereden. Yani be adam benim gelmemi mi bekledin aklını başına toplayıp eski aşkına dönmek için. Ama napsın gönül bu? Buluşmayı iptal ediyorsa demek ki kafası karışık. Bırak gitsin çözsün sorunlarını. Eskiyle bağını koparamamış adam senin işine yaramaz. Yoksa Beyoğlu'nda gezerken ağzından kaçırıverir; "kaktüs'e ilk kez falanca ile gelmiştik", " O'nunla her pazar burda kahvaltı yapardık" türü cümleleri.<br />
<br />
4-Ofiste işler yoğundur.<br />
Mesela ben bu ara böyleyim. Yaptığım bütün programları son dakka iptal etmek zorunda kalıyorum. Kredi müzakereleri, deadlinelar, yazılacak konuşma metinleri, toplantılar. Hepsi üst üste gelir. Mecburen işim var çıkamayacağım der. İşim var deyip, ilerisi için bir öneri getirmiyorsa yalan söylüyor demektir. Eğer başka zaman çıkalım, bunu telafi edeceğim diyip tarih belirliyorsa gerçekten işi var demektir. <br />
<br />
5-Niyeti sadece sevişmektir. Senin daha fazlasını istediğini düşünmektedir.<br />
Valla böylesine denk geldiysen adama teşekkür et. Zira adam senin ne istemediğini biliyor ve saygı gösteriyor. Yatağa atıp ondan sonra da çekip gidebilirdi. Şanslı günündesin.İptal etme nedeni ya iş yoğunluğu olacaktır ya bir akrabası ölecektir ya da kardeşi askerden gelecektir.<br />
<br />
6- Dedesi (ninesi, dayısı, yengesi,kuzeni) ölmüştür.<br />
Allah rahmet eylesin doğru da söylüyor olabilir. Valla ortada böyle acı bir olayın vuku bulduğuna ilişkin herhangi bir kanıt belirti iz yoksa büyük ihtimal yalan söylüyordur. Ama yapılacak bir şey yok. İnanmış gibi yapacaksın. Ölen kimse yoksa, eninde sonunda yalanı ayağına dolaşacaktır. Doğruysa, başka bir şey düşünemeyecek halde olacaktır ve bir süre sonra kendini daha iyi hissettiğinde arayacaktır.<br />
<br />
7- Ya evlidir ya da sevgilisi vardır.<br />
Eh sana yazılırken evli olduğunu ya da sevgilisi olduğunu biliyordu ama geçici bir idrak tıkanıklığı, kısa süreli bir hafıza kaybı dolayısıyla bu ufak gerçek aklına gelmemişti. Artık .ikiyle değil aklıyla düşünmeye başladı ve arkasını kolluyor. Hele bir de karısı olduğunu kabul ediyorsa adam sayı peşinde koşan bir sapık. Kaç, uza, yok ol.<br />
<br />
8- Hasta olmuştur.<br />
40 derece ateşle yanıp tutuşmadıkça hiç bir erkek nezle oldum diye buluşmayı iptal etmez. Hasta olmadığın halde, işi arayıp hastayım evde dinleneceğim dediğin zamanları hatırla. Hasta adamın sesinden belli olur. Yine de sakin ol Sherlock, doğru da olabilir.<br />
<br />
9- Seni hatırlamıyordur.<br />
Olmaz olmaz deme. Tanıştığınızda kör kütük sarhoş idiyse muhtemelen hatırlamayacaktır. Sarhoş adamın dediğine yaptığına üzülünmez. Koy gitsin.<br />
<br />
10- Anası istememiştir.<br />
Anasının kuzusu vak'ası. Anasından bahsedip duruyorsa, hayırlısı hiç buluşmamanız.<br />
<br />
11- Herif eşcincel olabilir.<br />
Başka söze gerek var mı?Bu adamlardan çok iyi alışveriş arkadaşı oluyor. Sen ara ve Network ucuzluk yapmış gidelim mi diye sor.<br />
<br />
12-Seninle ilgilenmiyor.<br />
Evet tanışmak için bütün gece uğraşmış olabilir ama herkes fikrini değiştirebilir. Birkaç kez görüştükten sonra birbirinize göre olmadığınızı düşünmüştür. Zorlamanın manası yok. Lütfen ağlama, kendini reddedilmiş hissetme. Zorla güzellik olmaz. Telefonu kapattığı an unutacak seni. Şimdi bu adam için geceleri uykusuz kalmaya değer mi?<br />
<br />
Birileri ile çıkmanın mantığı zaten sana uyan birilerini bulmak. İlerleyelim hanımlar. Tabii beyler siz de.Chat Noirhttp://www.blogger.com/profile/16760231214797423059noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2095221500310585726.post-1002160150320614952010-11-17T13:46:00.005+02:002016-04-28T14:32:21.651+03:00Erkekler Ne Söyler Kadınlar Ne Anlar<div style="text-align: justify;">
Ne biz Venüs'teniz ne onlar Mars'dan. Yine de farklı boylardan dalgalanıyoruz. Erkekler yıllardır kullandıkları klişelere sadıklar. İstikrarın eninde sonunda kazandırdığını biliyorlar. Kadınlar ise erkeklerle birlikte yaptıkları zaman yolculuğunda iti bağlasan öğrenir misali, erkek alfabesine vakıf oluyorlar. Bu yazı, yolculuğunun başında olanlar içindir.<br />
<br />
<b>Erkek ne söyler: "Seni üzmek istemiyorum!" </b></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Türkçe meali:</b> Seni asla üzmek istemesem de üzeceğim ve bunun sorumluluğunu da almayacağım. Seni ve ilişkimizi nasıl etkileyeceğini düşünmeden hareket ediyorum çünkü sadece kendimi düşünüyorum. Sonuçlarının ne olacağını umursamadan şu an ne elde edebilirim ona bakıyorum. Seni neyin üzdüğünü, neyin sana acı verdiğini anlamıyorum o yüzden bu davranışlarıma devam edeceğim.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Kadın ne anlar:</b> Beni üzmek istemiyor çünki beni önemsiyor. Beni üzse de bunu istemeden yapacağı için onu affedeceğim.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Erkek ne söyler:</b> <b>"Sen bana fazlasın!"</b></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Türkçe meali:</b> Senin gördüğün ilişki ihtimalini ben göremiyorum. Hayal kurmaktan vazgeç.Bana göre fazla iyisin ve ben bunu biliyorum ama kendime inancım yok.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Şimdi bunu söyleyen adam iyi biri olabilir ama özgüven sorunu yaşıyordur. Bu özgüven sorununu daha sonraları kendi klasmanından biriyle seni aldatarak çözmeye çalışacaktır, onun yolunu hazırlıyordur. Bu aynı zamanda, onun ayarında olmadığını ve olmayacağını bildiğinden senin kendine olan güvenini yok edici davranışlarda bulunacağının bir sinyalidir. Bu tip adamlar kendilerine olan güvensizliklerini kıskançlık, aşırı sahiplenme ve kontrol takıntısı ile dışa vururlar.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Kadın ne anlar:</b> Ah canım, ne tatlı. Kendisini bana yakıştıramıyor.Oysa onu deliler gibi seviyorum. Sevgimi gösterebilirsem kendine inanmasını sağlayabilirim. Bunu yaparken kendi ihtiyaçlarımı ve isteklerimi gözardı etsem de olur.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Erkek ne söyler:</b> <b>"Seni kimse benim gibi sevemez!</b></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Türkçe meali:</b> Sana çektirdiklerimin ve sana verdiklerimin harika şeyler olduğunu düşünecek kadar kendi hayal dünyasında yaşayan bir narsistim. Aslında verdiğimden daha fazlasını hak etmiyorsun. Özgüvenin eksik. Ben de bunu biliyorum aksi taktirde benimle olmazdın.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Mutsuz olduğun, sevilmediğini düşündüğün, isteklerinin ve duygularının karşılık bulmadığı bir ilişki içindeysen ve gelecek endişesi taşıyorsan, bil ki bu adamla gelebileceğin son nokta şimdi olduğun yerdir.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Kadın ne anlar:</b> Beni o kadar çok seviyor ki ona minnettar olmalıyım. Tüm hatalarıma ve eksiklerime rağmen beni seviyor. Onu terk edersem, bir daha beni bu kadar sevecek birini bulamam.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Erkek ne söyler:</b> <b>"Ben işe yaramaz bir adamım."</b></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Türkçe meali:</b> Ben yürüyen bir felaketim.Evet şekerim altını kaldırıp bakmana gerek yok. Adam ben senin hayatının içine ederim diyor. Benimle takılırsan yanarsın diyor. Demedi deme diyor.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Sen ne anlıyorsun:</b> Kendisine haksızlık ediyor, hor görüyor. Oysa ben onun ne şahane biri olduğunu ondan daha iyi biliyorum.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Erkek ne söyler:</b> <b>"Keşke daha önce tanışmış olsaydık!"</b></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Türkçe meali:</b> Daha önce karşılaşmış olsaydık birlikte olurduk fakat şu anda evliyim/ sevgilim var ve onu terk edecek değilim. Elimin altında olmana hiç bir itirazım olmaz. Yatalım dersen hiç ikiletmem, her zaman açığım tekliflere.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
İmdi bu durumda kalbi kırık Madonna moduna girmeye gerek yok. Beni değil de gözleri şaşı gelini aldı diye karaları bağladın. Çünkü reddedilmiş hissediyorsun. Bundan sonra yapacağınız bütün sohbetlerde nafile ne kadar şahane bir kadın olduğuna onu ikna etmeye çalışacaksın. Karısını ya da sevgilisini sevip sevmediğini soracaksın. haliyle kaçamak cevaplar alcaksın, çok sıkışınca sevmediğini söyleyecek. Sen de olumsuz yanıtlarla ümitlenip neden ayrılmıyorsun o zaman diye soracaksın. İşin içinde sana anlatamadığı başka şeyler olduğunu söyleyecek. Terketmeyecek ama senin ümidini körüklemek için ne kadar mutsuz olduğunu her fırsatta ustalıkla dillendirecek.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Kadın ne anlar:</b> Benim için çıldırıyor.Benden gerçekten çok etkilendi. Benimle birlikte olmayı o da çok istiyor. Fakat işte o kalın belli haspa engel oluyor buna. Onu ne çok sevdiğimi gösterirsem, ne kadar harika bir insan olduğumu anlarsa bana karşı koyamayacaktır; o kadını terk edip bana gelecektir.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Erkek ne söyler:</b> <b>"Sana verecek hiç bir şeyim yok! Bende verecek bir ben kalmadı!"</b></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Türkçe meali:</b> Benden bir şey umma. Senin ihtiyacın olan şey bende yok. Niyetim de yok.</div>
<div style="text-align: justify;">
Açıkca kaç kurtar kendini uyarısı bu. Bana bağlanacak ve umduğunu bulamayacağın için de söylenmeye başlayacaksın, ben de çok talepkârsın diye seni suçlayacağım.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Kadın ne anlar:</b> Beni istekleri fazla olan bir kadın olarak görüyor. Onları karşılayamacağından korkuyor. Ona aslında hiç bir şey istemediğimi göstermeliyim. Onun cevap vermesi gereken isteklerimi de şimdilik yutar, içime atarım. Elbet bir gün beni iyice tanıdıktan sonra korkulacak isteklerim olmadığını, küçük şeylerle mutlu olduğumu görecektir.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Erkek ne söyler:</b> <b>"Bende ilişki korkusu var. Ne zaman işler ciddileşse kaçarım!"</b></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Türkçe meali:</b> Ben ilişki adamı değilim. Gezelim tozalım, yatalım kalkalım, eğlenelim. Yol ayrımlarına gelemem. geldiğimde dümeni kırarım geriye. Aklın varsa benden bir şey ummaz ve istemezsin. Sana olan hislerimi açıklaması zor evet seni seviyorum ama bir ilişki isteyecek kadar değil. Seni senin istediğin şekilde sevmiyorum, sevmeyeceğim.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Kadın ne anlar:</b> Böyle konuşmasının nedeni bu kez farklı hissetmesi. Aslında bu bir yardım çığlığı.Ben diğerlerinden farklıyım. Ağırdan almamı istiyor. Acelem yok. İhtiyaç içindeymişim gibi görünmemeliyim.Gidişatına bırakmak lazım. Korkulacak bir şey olmadığını eninde sonunda görecektir.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Erkek ne söyler:</b> <b>"Arkadaş kalalım!"</b></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Türkçe meali:</b> N'olur kabul et ki, kendimi orospu çocuğu gibi hissetmeyeyim. Aslında arkadaş falan olmak istemiyorum ama peşimi başka türlü bırakmayacaksın, ilişki hakkında konuşup duracaksın. Arkadaş olduğumuzu düşünürsen hem bu tür konuşmalardan yırtmış olurum hem de açık kapı bırakmış olurum. Sevişmek istersem yüzüm olsun. Ayrıca, kendimi kötü hissedeceğim, pohpohlanmaya ihtiyaç duyacağım zamanlar da olabilir. İleride birlikte olma ihtimali yaratarak senin hayatına devam etmeni de engelliyorum ama sen razıysan ben ne yapabilirim.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Sezar'ın hakkı Sezar'a, gerçekten arkadaş olarak kalmak isteyenler de olacaktır. Ayrıldıktan sonra yaralarını sarmak için zamana ihtiyaç duyacağını bilen böyleleri seni bir süre rahat bırakacak, sınırlarına saygı duyacak ve fiziksel hiç bir yaklaşımda bulunmayacaklardır.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Kadın ne anlar:</b> Beni gerçekten seviyor, önemsiyor ve hayatımda kalmak istiyor. Arkadaş olarak devam ettiğimizde bir ilişki baskısı olmadan birlikte ne kadar iyi bir çift olduğumuzu görecektir.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Erkek ne söyler:</b> <b>"Duygularını gösteren biri değilim. Galiba duygusuz bir adamım ben."</b></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Türkçe meali:</b> Şefkat, aşk, empati, hiç bir şey hissetmiyorum.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Kadın ne anlar:</b> Ne demek duygusuzum. Tabii ki duyguları var. Mutlaka geçmişte acı deneyimler yaşamış ve incinmiş. Yanında olmama ve anlayışıma ihtiyacı var. Onu Sevdiğime ikna olduğunda bana karşılık verecektir.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Erkek ne söyler:</b> <b>"Ben kötü bir adamım kızım."</b></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Türkçe meali:</b> Beni kötü yapan kötü şeyler yaptım, neden hala benimlesin?</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Kadın ne anlar:</b> Benimle herşey farklı olabilir. O kötü biri değil.Sadece onu sevdiğim gibi sevilmemiş.Herkes ikinci bir şansı ve kendisine inanacak birini hak eder.</div>
Chat Noirhttp://www.blogger.com/profile/16760231214797423059noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2095221500310585726.post-36926330673606485662010-10-01T17:10:00.003+03:002016-04-28T14:31:27.654+03:00Aspidistra<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
</div>
<br />
<div style="text-align: justify;">
<span id="ctl00_ContentPlaceHolder1_Haber1_lblKisaIcerik"><span style="color: black; font-family: "comic sans ms";"><span style="font-size: small;"><span style="font-family: "times new roman";"></span></span></span></span>Aspidistranın yetişmesi hiç zor değildir. susuz kalmaya karşı dirençlidir. Çok soğuk olmadığı sürece hava muhalefetine aldırmaz. Bir nevi çetin ceviz. Nerede olsa orada yaşar. Sıcaktan bayılmaz, güneşten kurumaz, soğukta nazlanmaz. Hasılı kelam; koşulların zorluğundan yüksünmez. Ruspik siklamenler, açelyalar gibi aşırı hassasiyet gösterip kurumaz. isten, dumandan, hava kirliliğinden boynunu bükmez. Güneş alamadım diye sararıp solmaz. Öküzlük yapıp sulamayı unutsanız bile sıkar dişini, gelecek güzel günlerin hayaliyle salar köklerini derinlere. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Gıdım gıdım büyür. Büyük bir ihtimalle sizi de gömer çocuğunuzu da. Her zaman yeşildir ve hep ayaktadır. Bu yüzden olsa gerek ingiltere’de orta sınıfın simgesidir. Bizde de terfi edip yönetici olanlara gönderilmesinin nedeni bu olsa gerek. Artık bir temenni midir bir ironi mi kurcalamayayım.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Ayrıca, hayata bağlılığın ve umudun simgesi olarak george orwell'in bir romanına da adını vermiştir.</div>
Chat Noirhttp://www.blogger.com/profile/16760231214797423059noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-2095221500310585726.post-9046468056458345972010-08-03T11:49:00.002+03:002010-08-04T10:23:38.355+03:00Bir Yaz Gecesi Kabusu<div style="text-align: justify;">Bu sabah uyandığımda ilk fark ettiğim şey gece boyunca uymuş ve sıcaktan hiç etkilenmemiş olmamdı. Bu durum beni keyiflendirdi. Gerinirken duyduğum mekanik ses biraz tuhaftı. Kollarımı her hareket ettirişimde aynı mekanik sesi duyuyordum. Açık pencereden içeri giren sıcak hava eklemlerimi ısıtıyor, tenimde burnumu gıdıklayan ürpertilere sebep oluyor.<br />
<br />
Bu da biraz tuhaf değil mi?Terlemiyorum, aksine bu nemli sıcaklık hoşuma gitmeye başladı. Ayaklarımda da bir karıncalanma var. Yanımda yatan adam gözlerimi açtığımdan beri de ja vu diyerek dönüp duruyor odanın içinde. Yüzünün halinden fazlaca sarsılmış olduğu anlaşılıyor. Canım alt tarafı sıcak ne var bu kadar etkilenecek. Bana bir şeyler söylüyor ama tam olarak anlamıyorum. Arada yakaladığım tek sözcük GREGOR. Kara yabani gözlerini bana her çevirişinde Gregor diyor. Galiba bana sesleniyor. Aaa deli midir nedir?<br />
<br />
Yattığım yerden doğrulamıyorum bir türlü. Adam yatağın altından bir sandık çıkardı. Arkası bana dönük, göremiyorum ne yaptığını ama bir şeyler arıyor. Dergi mi onlar? Fotoğraf albümleri de var. Özensizce atıyor çıkardıklarını. Aaaa açık seçik pornografik resimler var bu dergilerde. Devlet tahvili kuponlarına benziyor şu çıkardığı. Bir dolu da defter var. Aradığını bulmuş olmalı. Üstündekileri çıkardı. Siyah bir tişört giyiyor. Bana döndü, üzerime doğru geliyor. Tişörtün üzerinde kocaman bir K. harfi var. Elindeki raid mi onun. Deli misin be adam, ne sıkıp duruyorsun üstüme. İmdaaaaaaat adam öldürüyorlar.<br />
<br />
Sıktığı şeyin kokusu fena değil. Oda spreyi olmalı. Ortalığı karanfilli hamam kokusu doldurdu. Diğer elinde de bir tabak tutuyor. Samsa tatlısı var içinde. Getirip önüme bıraktı. Tatlının kokusu gayrete getirdi. kalkayım derken yüzüstü döndüm. Suratım tabağın içine girdi. Neden ayağa kalkamadığımı anlayamıyorum. Tatlının şırası genzime doluyor. Ay boğulacağım galiba.</div>Chat Noirhttp://www.blogger.com/profile/16760231214797423059noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2095221500310585726.post-87772290694165598042010-07-08T16:22:00.000+03:002010-07-08T16:22:04.535+03:00Aşk Dediğin Laftır Derler..<div style="text-align: justify;">Murathan Mungan bir kitabını "hayatını ömür yapan erkekler'e" ithaf etmiştir. Şimdi hangisi olduğunu hatırlamıyorum. Ben de hayatıma bir konakçı gibi girip, gelişim dönemini tamamlayarak giden; geçiyordum uğradım derdim vardı ağladım diyerek hafifleyen; gelip de bir türlü gidemeyen, gitten anlamayan, hasılı kelam bana bir arpa boyu kadar yol aldıran ve geride Konya Ovası büyüklüğünde boşluk bırakan tüm erkeklere kurşunlara gelesiniz diyorum. <br />
<br />
Her defasında aşka düştüğümüzü sansak da nedir bunun istihap haddi, muhammem bedeli?Bir ömür kaç aşkı, kaç aldanışı kaldırır?Yoksa sadece tek bir aşk mıdır, diğerlerini patates baskı gibi kalıbından (t)ürettiğimiz. Öylesine eksik kalıyoruz ki her defasında, içimizdeki sevmeye sevilmeye olan bitimsiz arzu besliyor ilişkinin çoşkusunu. Böylece aşkın nesnesine değil kendisine takıntılı olup çıkıyoruz. Hayatım tıpkı basımlardan oluşuyor. Başlarken bildiğimden sonunu, başlangıçlar önceleri heyecanlarını kaybetti, sonraları başlama hevesini. <br />
<br />
O ilk aşk kaybetti önce masumiyetini. İlk aldanış, ilk aldatış, unutulmaz unutulmaz. Sevginin Mr. Muscle gibi lekeleri çıkarıcı etkisine, teflon tava gibi kir pis tutmayan gücüne inanırsın. Başkalarına hatta kendine bile inanmaz, O'nun sözüne itibar edersin. Şüphe ettiğin için kendinden utanırsın. Sormak sorgulamaktır diye salakça bir düşünce ile sustuğundan, gözünün içine bakıla bakıla keklenirsin. Kimi istediğini elde edene kadar duymak istediğin sözleri söyler, vurup kaçmaktır niyeti. Kaçarken de bir parçanı afiyetle indirir midesine. Kimi hayatı boyunca bir baltaya sap olamamış, kendisi de dahil hiç bir şeyin sorumluluğunu almamış bir ezik insandır. Uzak durmak istemesi bundandır aslında ama sen onu "ağır abi" sanırsın. Küçük bir poposu, geniş omuzları ve baştan çıkarıcı bir gülümsemesi de bonusudur. Ya ömrünü yer tüketir çünkü gitme sorumluluğunu üstlenemez ya da ıssız adam enfeksiyonuna kapılır, kaçar gider. Bağlanmak ile değildir derdi, genel alıcıdır doğuştan. <br />
<br />
Bir de mızmızlar vardır.Bebek gibidirler. Vampir gibi emerler sendeki şefkati, sevgiyi, ilgiyi, hoşgörüyü. Genellikle hayatlarında dönemeci almakta zorlandıkları bir noktada girivermişsindir kadraja. Kimi gelecek kaygısı ile yer bitirir kendisini, kimi yeni boşanmıştır; eksik, gururu ezilmiş ve terk edilmiş hissediyordur. Üzerinde yükseleceği bir kadına ihtiyacı vardır. Kimi evlidir, mutsuzdur, üzgün bakışları ve uzayan kulakları ile anlayış bekler. Façası yemez bittiğini iddia ettiği evlilikten çıkıp gitmeyi. "madem bu kadar mutsuzsun ayrıl"ın yanıtı her zaman " it's too complicated" olur. Çocuk varsa en şahane bahane hazırdır. Yoksa açıklamak iyice zora girer. Çünkü parası var bırakamam demesi pek şık olmaz. Karımın bir şeyden haberi yok. Yemek desem yemek, yatak desem yatak ama ben biraz sıkıldım, başka oyun parklarına gidesim var; bir iki oynayıp döneceğim itirafını insan kendine bile yapamaz. Zavallıcık nasıl söylesin bunu. Bunlar ıssız adamlardan daha tehlikelidir. Sizi anne olarak görür ve anaç tarafınıza hitap ederler. Ama anam demez s..... de. Siz zevk alır mısınız? Sanmıyorum. Çünkü bu kadar sorunlu adamın en büyük sorunu kendisiyle olduğundan, sürekli kendisini düşündüğünden eylem tarafı biraz zayıf kalır. Düşünce adamıdırlar eylem değil. <br />
<br />
Terk edile edile terk etmeyi, aldatıla aldatıla aldatmayı, yuttuğun yalanları kusmayı öğrenirsin. "Neyse canım prensi bulana kadar birkaç kurbaa da öpülür artık" diye diye bir bakarsın Balkanlar ve Ortadoğu'nun en büyük kurbaa ihracatçısı olurvermişsin.</div>Chat Noirhttp://www.blogger.com/profile/16760231214797423059noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2095221500310585726.post-56872926764276100112010-07-06T14:27:00.001+03:002010-07-06T14:28:24.605+03:00Men 101<div style="text-align: justify;">Oooof içim sı kı lı yor. Pabucum da sı kı yor. Eteğimdeki taşlar ağır geliyor. Haliyle konumuz: Er kek ler. Kimi kısa kimi uzun. Kimi kel kimi lepiska saçlı.Balkonlusu balkonsuzu, esmeri kumralı, seyirliği tadımlığı. Pastahane tezgahında duran şeker kavanozunun içi gibi çeşit çeşit, her renkten, her tattan. Onlarsız yapamayız. Ne de olsa yalnızlık Allah'a mahsus. Onlarla da olamayız. Başka gezegenlerin varlıklarıyız. <br />
<br />
Bazısı arkadaş olarak girer hayatımıza. Birlikte büyürüz. Genellikle önce biz büyürüz. İlkokulda üst sınıftan iri oğlanların karşısına biz çıkarız, dalarız aralarına. Teneffüslerde yaptıkları maçlarda sökülen yakaları için yedek yaka taşırız.Sınavlarda kopya veririz. Haylazlıklarında sıra dayağı yemesinler diye "biz yaptık" deriz; öğretmenler kızlara sopayla vurmazlar çünkü. Okul sonrası birlikte oynarız. Bir yaz birden bire boy atarlar, tüyümsü bıyıkları çıkar, sesleri çatallaşır. Bizden uzaklaşırlar. Oyun bahçemize görünmez bir çizgi çekilir. Oğlanlar bir tarafa kızlar diğer tarafa geçer. Onlar maket bıçağı, kıl testere kullanarak el işi dersinde maket yaparken, biz ev ekonomisi dersinde bulaşığın hangi sırayla yıkanacağını öğreniriz. Onlar basket oynarken, biz denge aletinde yürür, ters takla düz takladan not alırız. Onlar saçlarımıza sakız yapıştırır, belirmeye başlayan memelerimizle dalga geçerler. Yine de ev yolunda düşerler yanımıza, birlikte yürürüz. Uzaklaştıkça çekiliriz aslında birbirimize. Derken ilk aşk gelir. Gruptaki en yakın arkadaşımızı severler;mektuplarını taşırız, istihbarat veririz, sırdaşları oluruz. Biz de aşık oluruz elbet. Ama paylaşmayız, içimizde yaşarız. Kızlar kızlarla konuşur en derin sırlarını. Onlar birden açığa çıkan bitimsiz enerjilerini daldan dala konarak harcarken, kızlar A sınıfı bir çamaşır makinası gibi tasarruf yapar, daha sonra verecekleri meyveyi tatlandırırlar. Üniversiteye başladığımızda açılır fikrimiz, nefesimiz. Birlikte çalışır, birlikte eğleniriz. tartışır, kavga eder, birbirimize karışırız. Artık onlar da bizim sırdaşımız olur. Akşamları yalnız göndermezler yurda, bara gittiğinizde alıcı kuş gibi süzerler etrafı, omuzları yanıbaşınızdadır hep. Ağlamak için koşup kollarına atıldığınız o'dur. Ölümüne dostluktur bu. Ne yazık ki, çoğu evlilikle zayıflar. Yine de her zaman arkadaşınız olarak kalacaklardır. <br />
<br />
Bazısı abi saydığınız arkadaşınızdır. Sizi yönlendirir, yol gösterir, ders çalıştırır. Okuduğu kitapları okur, tavsiye ettiği filmleri izlersiniz. Hayransınızdır, güvenirsiniz. İstisnasız sıçarlar. Bir gün "Fellini"nin son filmini izlemek için evine çağırdığında kapıyı kilitlemesinden kıllanırsınız. Rahat izleyelim bahanesi ile perdeleri çeker, korku içinizde yürümeye başlar. Yanınıza gelip dibinize oturur, elinizi tutar, ok gibi fırlarsınız yerinizden. Gidelim diye tutturursunuz. Gelir sarılır, yaprak gibi titremeye başlarsınız. Şanslıysanız insaflısına denk gelmişinizdir, saçlarınızdan öper bırakır. "Çok safmışsın sen" der. Beyaz tavşanın peşinden kuyuya atlamışsındır salak Alice ama ne sen bunun farkındasındır ne de polis farkında. Şanssızsan ırzına geçer. Sonraki günler her önüne çıktığında kaçacak delik ararsın, her davetini reddetmek için yalanlar uydurursun. Mezun olduğun gün rahat bir nefes alırsın. Neymiş? Kurttan dost, Abi'den arkadaş olmazmış. Ondan sonra sevgilinin babası omuzuna dokunsa tırsar, biri iltifat etse koşar adım kaçarsın. <br />
<br />
Kimi erkekler ya köşeli jetonlarından dolayı akıl edemediklerinden ya da fiziksel olarak sizi çekici bulmadıklarından dolayı zekanızla ilgilenirler. Bunlarla geyiğin dibine vurursunuz. Çok güler, çok eğlenirsiniz. Kasılmadan kasmadan konuştuğunuz için yanlış sinyal gönderme tehlikesi çok düşüktür. Yalnız her an birlikte olursanız asker arkadaşına doğru evrilirsiniz ki, her şey ciddiyetini kaybeder. Kimi erkek arkadaşınızdır ama karşıklıklı bir çekim de vardır. Üstü kapalı cilveleşirsiniz. Çekim yoğun değilse, mesele yok. Bir süre sonra dikkatinizi çeken başkaları girer hayatınıza. Orta şekerli tatlı bir kıvamda devam eder. Çekim yoğunsa burada durum biraz çatallaşır. Sınırlar tam belli olmadığından bir süre sonra taraflardan biri açısından gerginlik başlar. Gerginlik karşılıklı ise, yine mesele yok demektir. Eninde sonunda birlikte gelir (patlama noktasına tabii), patlar ve sevgili olursunuz. Değilse, erkek yine patlayacaktır. Kabul ederseniz sevgili olursunuz. Etmezseniz erkek önce geri çekilecek ama ikna etmeye çalışacaktır. Adam olan arkadaşlığa değer veriyorsa bir süre sonra vazgeçmiş görünecektir. Ara ara deneyecek, sevgili yaptığında bırakacaktır. Takıntılı ise psikopata bağlayacak ısrarıyla bezdirecek ve arkadaşlığınız bitecektir. Ha bu arada sevgilisinden ayrıldığında bir kez daha şansını deneme hakkını saklı tutmaktadır aklınızda olsun. <br />
<br />
Bir de hem sokakta hem yatakta arkadaş olduklarınız vardır. İlahi bir mucizedir. Hem birlikte vakit geçirir, tatile gider, dertleşirsiniz hem de birbirinize hoşlandığınız kadınlardan erkeklerden bahsedersiniz. Ama duygudaşlık yoktur. Hem yatarsınız hem beklentiniz olmaz. Son tahlilde erkek su koyverir, bu hibrid ilişkiyi irdelemeye başlar ve arkadaşlık devam etmez. <br />
<br />
Bazısı arkadaş olarak yanaşır, oysa istediği arkadaşlık değil yatağa atmaktır. Özgüveni temelsiz tavan yapmıştır. Gösterdiğiniz ilgi ile kıçı türksata vurur. Kendisini bulunmaz paylaşılmaz karşı konulmaz bir ilah olarak görür. Önce zekanıza aklınıza, güzelliğinize, kültürünüze, şununuza bununuza iltifatlar yağdırır. Samimiyeti konusunda yeminler eder. Her iki lafından biri size olan özlemidir. Özlem şehvete dönüşür. İkna olmak üzere olduğunu anladığında seni yatağına çekmek için kaçar. O yatağa bir kere girersen ipi boğazına geçirip tekmeyi vurur. Sakın ola ki, bu adamın mahremiyet duvarının üzerine tünemesine izin verme. <br />
<br />
Bazısını da bıçağın kemiğe dayandığı noktada sevmeye başlarsın. Balıklama dalarsın. Hiç aklında yokken "kurabiye gibi çocuklar doğurmak" geçer içinden. Hem dostun olur hem sevgilin. Hem yoldaşındır. hem yol göstericin. Işığını hep üstünde hissedersin ama aslında bu da bir yanılgıdır. Mutlu aşk yoktur. Aslında aşk hiç yoktur.</div>Chat Noirhttp://www.blogger.com/profile/16760231214797423059noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-2095221500310585726.post-17467260189695111862010-07-06T11:36:00.005+03:002016-04-28T14:33:39.450+03:00Brits Rock The World<div style="text-align: justify;">
Titrek sesli Robin, cırlak sesli Barry ve sade suya tirit Maurice Gibb kardeşler 1960larda soft rock yaparken, 1970lerde, bizim yerli filmlerdeki esas oğlan ile esas kızın ayrı, etraftaki uzun saçlı bıyıklı, gömleği göbek deliğine kadar açık oğlanlarla, saçları bantlı kızların apayrı telden çalan bir müziğin etkisindeymiş gibi, senkron tutturamadan dans ettikleri, disko müziği diye tabir edilen türün kralı oluyorlar. 200 milyondan fazla album satarak tüm zamanların en çok satan müzisyenleri ünvanına sahipler. Andy henüz ortalarda yok zira grup kurulduğunda daha kendileri doğmamış. </div>
<div style="text-align: justify;">
</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Sanıldığının aksine Grubun adı Brothers Gibb’ten gelmiyor. Çağrıldıkları bir radio programında Bill Goode (BG) tarafından, Dede Bill Korkut Gates (BG) derler namlı bir DJ ile tanıştırılıyorlar. O da boy boylayıp soy soylayıp bu yiğitlerin adı benim adımla senin adının baş harflerinden oluşsun ve <b><span style="color: navy;">Bee Gees</span></b> olsun diyor. De git allasen ya…</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<span style="color: black;"><span style="color: #f9cb9c;">Az gidiyorlar uz gidiyorlar dere tepe düz gidiyorlar. Metafor sanılmasın. Avustralya’ya kadar bi gidip geri geliyorlar ve derken benim</span> </span><u style="color: #f9cb9c;">Janis Joplin</u><span style="color: black;"> <span style="color: #f9cb9c;">ve </span></span><u style="color: #f9cb9c;">Joe</u><u style="color: #f9cb9c;">Cocker</u><span style="color: black;"><span style="color: #f9cb9c;">’dan dinleyip sevdiğim ve</span> </span><u style="color: #f9cb9c;">Nina Simone</u><span style="color: black;"><span style="color: #f9cb9c;">’dan</span> </span><u style="color: #f9cb9c;">Tom Jones</u><span style="color: black;"><span style="color: #f9cb9c;">’a daha bir çok sanatçı tarafından coverlanan </span> </span><i style="color: #f9cb9c;">“To Love somebody”</i><span style="color: black;"> <span style="color: #f9cb9c;">ile listelerde tırmanışa geçiyorlar. Hemen ardından Robin’in yazıp söylediği ve benim bir Bee Gees şarkısı olduğunu</span> </span><u style="color: #f9cb9c;">Faith No More</u><span style="color: black;"> <span style="color: #f9cb9c;">konserinde öğrendiğim</span> </span><i style="color: #f9cb9c;">“I Started a Joke”</i><span style="color: black;"><span style="color: #f9cb9c;"> geliyor. E tabii başarı çekişmeleri ve kardeş kavgasını da beraberinde getiriyor. Titrek Gibb, cırlak Gibb’e "seni grup içinde daha çok kayırıyorlar, hep senin şarkılarını söylüyoruz, yeter artık bu grubun abisi benim" diyerek kardeşler birliğini terk ediyor. Cırlak ile sade suya tirit Gibb yola birlikte devam ediyorlar. Ama işte kan kanı çekiyor. Atsan atılmaz satsan satılmaz. </span></span><i style="color: #f9cb9c;">“How Can You Mend a Broken Heart”ın </i><span style="color: black;"> <span style="color: #f9cb9c;">cevabını buluyorlar ve 1970lerde aile birliği yeniden sağlanıyor. Bu şarkı, Al Green coverıyla “Good Will Hunting” ve “Nothing Hill”ın soundtrackında yer aldı. Hatta “Sex and The City”nin film versiyonunda da kullanıldı.</span></span></div>
<div class="separator" style="clear: both; color: #f9cb9c; text-align: center;">
</div>
<div align="justify">
<br /></div>
<div align="justify">
Yazının başından beri cırlak Barry diyorum ama adama böyle falsetto atıp cırlamasını tavsiye eden muhterem Arif Mardin’in ta kendisi. 1970lerle birlikte rock’tan R&B ve diskoya kayan tarzları eski hayranlarını üzse de, müzik eleştirmenleri Bee Gees hiç bu kadar rock and roll olmamıştı der.</div>
<div align="justify">
<br /></div>
<div align="justify">
1977’de Disko müziğin popülaritesine tavan yaptıran ve kulaklarımızda “ha ha ha ha steyin elayv siteyin elayv ha ha ha ha siteyin elaaaaaa ..aaaaaa.aaaaaayv” cınlamasının yer ettiği <i><span style="color: navy;">“Saturday Night Fever”</span></i> gelir. Aslında film çekilirken Bee Gees’in adı bile yoktur ortada. John Travolta, provalarda Stevie Wonder ve Boz Scaggs’in şarkıları ile dans ettiğini söyler. Boz Scaggs’ın plak şirketi biz bir başka filmin müziklerini yapacağız diye sırra kadem basınca iş bizim biraderlerin kucağına düşer. Filmin nerdeyse bütün şarkıları iki gün içinde yazılır. <i><span style="color: navy;">“Stayin’ Alive”<span style="color: black;">, </span>“How Deep Is Your Love”<span style="color: black;">,</span> “Night Fever”<span style="color: black;">,</span> “Jive Talkin’”</span></i> ile filmin soundtrackı bütün zamanların en çok satan film müzikleri albümü olurken, biraderler için de bir dönüm noktası oluşturur. Barry Gibb üst üste 4 tane hit şarkı çıkararak John Lennon ve Paul McCartney’in rekorunu da kırmış olur.</div>
<div align="justify">
<br /></div>
<div align="justify">
</div>
<div align="justify">
80 ve 90larda <u>Dionne Warwick</u>, <u>Dolly Parton</u>, <u>Barbara Streisand</u> ve <u>Diana Ross</u> için şarkı yapıyorlar. Barbara için Barry tarafından bestelenen <i><span style="color: navy;">“Woman in Love”</span></i>ı ortaokul yıllarından kalan reklam cıngılından hatırlıyorum. Sabun muydu, deodorant mıydı, şampuan mıydı neydi bilemedim şimdi. Şarkıyı, sözlerini uydurarak Kumrular'dan Güven Park’a kadar yürürken söylerdik. </div>
<div align="justify">
<br /></div>
<div align="justify">
Ölüp gidecek Andy’i şimdiye kdar bir kez andık ama adam kendi kendine solo takılmış napayım. Tam gruba alıp arkayı dörtleyeceklerken de 30 yaşında uyuşturucu ve alkola bağlı olarak kalp büyümesinden gitmiş. Yaş 50ye dayanınca diğerlerinde de romatizmaydı, fıtıktı, lumbagoydu başlıyor. Barry sırt ağrısı ve artritten muzdariptir ki, bu hastalık aklıma hep “East of Eden”daki Caleb ve Aaron’un oruspi anneleri Cathy’nin artritten eğilip bükülmüş elini getirir aklıma. Jane Seymour oynamıştı. Yaprak Özdemiroğlu da bu kadına çok benzer. En azından şehla bakan gözleri ile lepiska saçları benziyor. Konuyu dağıtmayalım Maurice’in de alkole banılmış hücreleri iflas eder ve kalpten Allah’ın ipine asılır gider.</div>
<div align="justify">
<br /></div>
<div align="justify">
Kardeşler hala yola devam ediyorlar. Hem beraber hem solo şarkılar söylüyorlar.</div>
<div align="justify">
</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Üniversite: meteliğe kurşun attığım yıllar (kurşun ucuz bir şey mi ki dandirik bir metal parçasına atıyorsun. Bu atasözleri de bi tuhaf). 3 senedir kışları aynı fare rengi shetland kazağı, yazları aynı soluk siyah tişörtü giyiyorum. Millet arabayla geliyor okula, biz Kızılay-Cebeci arasını 2. viteste yürüyerek alıyoruz. Daha şimdiden on parçaya bölünmüşüm. İş-okul-ev-canımı sıkan sevgili. Okul bitince ne halt edeceğim diye düşünüyorum. Ben bunları düşünürken ailenin bir kolu gamsız bir hayat sürmekte, analarının sezeryanla doğdukları için benim çocuklarım zeki diye hava attığı sınav kazanamayan kuzenlerin biri ingiltere biri amerika yolunda. Benim de sinirim burnumda. Daha 19 yaşındayım, bunca pesimizm nerden sızdı hayatıma. Amma velakin dünyanın en güzel uyuşturucusu müzik. Bulunduğu mekanı da zamanı da unutturuyor; formsuz bir varlıkmışsın gibi ağırlığından kurtarıp uçuruyor insanı. Radyo 3’den çektiğim kasetleri başa sarıp sarıp dinliyorum o zamanlar. Bir akşam Engin Arman, şimdi <span style="color: navy;"><span style="color: black;">“Dire Straits</span></span> ve topluluğundan dinliyoruz” anonsunu yaptı. Kendinden geçmiş, bıkkın, dünya yansa umurumda değil havalarında bir ses <i><span style="color: navy;">“you play the guitar on MTV. That aint workin’. That’s the way you do it. Money for nothing”</span></i> diye konuşuyor. Amanin ben duvarlara, defterlere, kitap arkalarına, abartıp mutfak dolabının üzerine yazmam mı “Money for Nothing”. Sonra baktı annem olacak gibi değil, izin verdiler ertesi yaza, dil okulu kalın geldiği için, İngiltere’ye çilek toplamaya gittim. Knopfler Biraderler olmasa ben o izni zor koparırdım.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
</div>
<div style="text-align: justify;">
Money for Nothing’e geri dönersek, şarkının sözleri sexist, ırkcı ve homofobik bulunuyor ve baya bi eleştiri alıyor. Mark, radio shack benzeri bir elektronik ve beyaz eşya satan mağazada dolaşırken, tezgahtar çocuktan bir kağıt isteyip, şarkıyı oracıkta yazıvermiş. Şarkının sözleri mağazadaki konuşmalardan esinlenmiş. Hatta çok sonraları Mötley Crüe’nun basçısı kendisi ile yapılan bir röportajda şarkıda geçen (<span style="color: navy;"><i>See the little faggot with the earring and the makeup Yeah buddy that's his own hair That little faggot got his own jet airplane That little faggot he's a millionaire</i></span>) sözlerin kendi aşırı yaşam tarzlarına gönderme olduğunu ve tezgahtarın mağazadaki tv setlerinde gösterilen Mötley Crüe videosuna yorum yaptığını iddia etmiştir.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<i><span style="color: navy;">“Sultans of Swing”</span></i> de Mark Knopfler’in her konserde emprovize çaldığı, müzik tarihinde en iyi gitar soloları içinde üst sıralarda yer alıyor. Lakin 2008 Kuruçeşme konserindeki performansından dolayı paramı kendisine helal etmiyorum o başka. Mark ve David Knopfler kardeşler ile iki de kankalarından oluşan Dire Straits beş şarkının yer aldığı ilk demolarını “abi şuna bir bakıver, işe yarar mı” diye BBC Radio London’daki bir DJ abilerine gösterirler. DJ şarkıyı dinlemekle kalmaz bir de yayınlar. 2 ay sonra şarkı patlar ama BBC “bunun içinde tır dolusu laf var, ne bu şarkı mı roman mı” gerekçesi ile çalmak istemez. Ta ki şarkı amerikanyada hit oluncaya kadar. Kendi hay day dönemlerinde bile 8-10 dakika süren şarkılar yapan rock grupları azken, üşenmemiş uzun partisyonlar yazmışlardır. Çaldıkları klüplerde insanlar birbirleriyle konuşabilsinler diye barın sahibine sesi kıstıran Knopfler kardeşler zaten bu dünyanın dışından gelmiş gibi. Pink Floyd’u tenzih ederek söylüyorum rock tarihinin en çetrefilli kompozisyonlarını yapmış bu abiler. </div>
Chat Noirhttp://www.blogger.com/profile/16760231214797423059noreply@blogger.com6tag:blogger.com,1999:blog-2095221500310585726.post-5963594963639922042010-05-26T13:16:00.004+03:002016-04-28T14:33:13.925+03:00For Those About The Rock We Salute You<div align="justify">
<br />
Sonisphere Festivali'ne 30 gün kaldı. Katılacak grupların albümlerini dinleyerek ısınmaya başladık. Biletler hazır, tişörtler hazır ama daha cumartesi çıkacak as grup belirlenmedi. Manowar'ı geçecek kim olabilir ki diye ağzımız sulanarak beklerken Yıldız Tilbe'yi bulmayız umarım karşımızda. Geçen gün "Modern Sabahlar" kombine bilet dağıtıyordu. Şansımı denedim. Kazanırsam bir arkadaşıma verir, yıllar boyunca kendime kul köle yaparım diye düşünüyordum ama olmadı. Halen TBC olarak adı geçen grubun hangisi olmasını istersiniz diye soruyorlardı. Eğer o bileti Manga diyen kazandıysa..... </div>
<div align="justify">
<br /></div>
<div align="justify">
Festivale, kanguruları, krokodil dandisi ile tanıdığımız, kendine kendine yardım kitapları ile destekli new age yaşam felsefesinin ilk olarak sırtlarından pazarlandığı (yürekli mürekli bir “sevgi” kitabı vardı milletin elinden düşmeyen. Bir aralar yok satıyordu) aborjinleri ile farkına vardığımız, biraları ile sevdiğimiz, rock grupları ile saydığımız (kaptırdım gidiyorum) Avustralya’nın medarı iftiharı, hem İskoç hem Aussie, Young biraderlerden kurulma AC/DC'nin geliyor olmasını çok isterdim. </div>
<div align="justify">
<br /></div>
<div align="justify">
George, Angus ve Malcolm <b style="font-weight: normal;">Young Kardeşler</b> aslen İskoç olmakla beraber babalarının doğu görevi dolayısıyla Sydney’e taşınırlar. Abi George zamanında bizdeki Beyaz Kelebekler gibi ortalığı kırıp geçiren bir grupta pop müzik neşrederken, Angus ve Malcolm-in the middle- başka bir grupta takılırlar. 1973’de kendi bandımızın efendisi olalım diyerek <b>AC/DC</b>’yi kurarlar. Grubun adı ne olsun diye evin içinde turalarlarken, aile bütçesine katkı için evde çeyizlik yapıp mağazalara satan ablalarının piko makinasının üzerindeki AC/DC harflerine gözleri takılır ve bu olsun derler. Sonra pişman oldular mı diye merak etmişimdir. Sanki bugünden yarına gelip geçecek bir şeymiş gibi insan e-mail hesabı açarken, birtakım sözlüklere üye olurken, müzik grubu kurarken neden şöyle bir durup düşünmez de hemen önündeki içki şişesinden, gazetede gözüne çarpan ilk başlıktan, don markasından, ne kadar bok püsür şey varsa ondan esinlenir; hadi esinlense yine iyi, aynen alır kullanır. </div>
<div align="justify">
<br /></div>
<div align="justify">
İlk başlarda gruba giren çıkanın haddi hesabı yok. Habire davulcu basçı deniyorlar. Bu arada Angus, kılıktan kılığa girerek kendini bulmaya çalışırken, abla devreye bir kez daha giriyor ve Angus’un alamet-i farikası olacak olan okul üniformasını öneriyor. Angus’un tek alamet-i farikası bu değil tabii ki. Büvelek sineği sokmuş dana gibi sahnede kendini oradan oraya vurması, sağ ayağı üzerinde sek sek sekerekten solo atması, sol ayağı ile beşik sallaması izlemeye doyamadığınız sahneler oluşturuyor. Ege'ye bunu söyleyince yaşlandı artık, koluna girip kaldırıyorlarmış dedi. Ben biliyorum o bileti Manga diyen adama verdiler!</div>
<div align="justify">
<br />
Agnus’un tarzı Guns N' Roses, Slayer, Metallica ve Def Leppard gibi bir çok grubu etkilemiştir. BBC’nin 2007 çıkışlı nefis “Seven Ages of Rock” belgeselinde kendilerine yer verilmemiş olsa da, heavy metalin öncülerinden biri olan AC/DC 2008 yılı itibariyle 200 milyonun üzerinde albüm satışı yapmış. “Back in Black” 45 milyon satarak (taneyle dolarla değil) bir grubun bugüne kadar sattığı en yüksek albüm satışına ulaşmıştır. Tüm albümler içinde ise Michael Jackson’un “Thriller”ından sonra ikinci geliyor. </div>
<div align="justify">
<br /></div>
<div align="justify">
26 Haziran'da İspanya'da olacaklar. Günler artık uzadı. Uçakla ordan burası nedir ki yani. Hatta önce buraya gelin, sonra Seville'e gidin. İspanyollar zaten yemekten ancak 11'de kalkıyorlar. </div>
Chat Noirhttp://www.blogger.com/profile/16760231214797423059noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2095221500310585726.post-22662976471093200372010-05-21T17:48:00.008+03:002010-07-06T11:10:18.571+03:00Paris Günlüğü: Nihayet İkinci Gün<div style="color: #e69138; text-align: justify;"><br />
<div style="color: #f9cb9c;">Latin Quarter ikinci gün rotamız. Bölge adını entellektüel geçmişinden alıyor. Seine Nehri, Paris'i iki yakaya ayırıyor. Bataklık olan sağ yaka kurutularak tarıma uygun hale getirilmiş ve yerleşim buraya kaymış. Zaman içinde ticaret merkezi olarak gelişmiş. Nehrin aşağısı yani sol yakası ise Ortaçağ'dan günümüze akademisyenlerden, edebiyatçılara, sanatçılardan, düşünürlere entellektüellerin kümelendiği, Sorbonne dahil 30'a yakın fakültenin bulunduğu bir aydınlanma merkezi olarak gelişmiş. Atalarımız at üstünde Trakya kapılarına dayandıklarında, adamlar <i><b>Sorbonne</b></i>'u kurmuşlar.</div></div><div style="color: #f9cb9c;"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; color: #f9cb9c; text-align: center;"><a href="http://2.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S_aBQM6JtxI/AAAAAAAAAKo/-Fm3GS1Xe9k/s1600/Picture+225.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="240" src="http://2.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S_aBQM6JtxI/AAAAAAAAAKo/-Fm3GS1Xe9k/s320/Picture+225.jpg" width="320" /></a></div><div style="color: #f9cb9c; text-align: justify;"> İyi de yapmışlar. Sabah ayazında <i><b>Pantheon</b></i>'un çevresinde turalarken kahve ve ihtiyaç molası vermek için iyi bir mekan. Kargaların bile kahvaltısını yapmadığı bir saatte yollara düştüğümüzden, rüzgar kırbaç gibi suratımızda şaklıyor. Sığınmak için okulu kestiriyoruz gözümüze. Öğrenci kimliği olmadan girebilecekmiyiz endişesi ile yanaşıyoruz. O da ne? Kapı ardına kadar açık. Ne polis var ne de kimlik soran suratsız güvenlik. Yine de çekine çekine küçük taş avlusuna sızıyoruz. Ortaçağdan beri pek bir değişikliğe uğramamış görünüyor. Avluda öğrenciler sigara tüttürüyorlar. Ben hâlâ güvenlik olacağı düşüncesiyle tereddüt ederken, babam kapıdan içeri dalıveriyor. Ohhh sıcacık. Dar ve hafif loş koridorlar. Bir yerlerden yemek kokusu geliyor. Kokuyu takip ederek kafeteryayı buluyoruz. Üst üste kaaveleri yuvarlıyoruz. o sırada öğrenciler gelmeye başlıyor. Babam duvardaki ders çizelgelerini incelemekte. Bir yandan da bana soruyor ama tam çıkaramıyorum. Sor diye tutturuyor. Yanımıza yaklaşan bir öğrenciyi tutsak alıyorum. Babam soruyor çocuk İngilizce'ye çeviriyor. Bu Fransızlara hakkatten bir şeyler olmuş. Çocuk hiç sıkılmadan çizelgedeki derslerin adlarını tercüme etti. Babam sıcak yeri buldu ayrılmak istemiyor. Bir derse girelim dedi. "<i>Baba ya deli misin, anlamayız etmeyiz, ne işimiz var derste</i>". İçeride bir kaç öğrencinin çalıştığı bir sınıf bulup babamı sokuyorum. Bu kez de diğer katları görmek istiyor. Nihayet sürükleyerek babamı dışarı çıkarıyorum ama aklı orada kaldı biliyorum.</div><div style="color: #f9cb9c;"><br />
</div><div style="color: #f9cb9c; text-align: justify;">Nasıl kalmasın ki, önceleri yoksul öğrenciler için ilahiyat fakültesi olarak kurulan bu üniversiteler mahallesinden <i><b>Abelard ve Heloise</b></i>'den, <i><b>Aquinalı Thomas</b></i>'a, <i><b>Ernest Hemingway</b></i>'den <i><b>Ezra Pound</b></i>'a kadar kimler gelmiş kimler geçmiş. Haliyle bölgede adını, o yıllarda eğitim dili olan Latince'den almış. Öğrenci mekanı olduğu için bölge harika kitapçılar ve ucuza karın doyurabileceğiniz brasserilerle dolu. Ucuz dediysek bol kepçe değil. <b><i> </i></b><br />
<br />
<b><i>Saint Michel Bulvarı</i></b>'na çıkıyoruz. <i><b>Picasso</b></i>, <i><b>Jack Kerouac</b></i>, <i><b>Allen Ginsberg</b></i>'ın dolaştığı caddede yürüyoruz. Paris'in havaalanı genişliğindeki tüm caddeleri gibi Saint Micheal de asfalt osman (Baron Hausmann) tarafından yapılmış. abartmıyorum, cadde tamtamına 1380 m uzunluğunda, 30 m genişiliğinde.Fransızlar kısaca "<i>Boul'Mich" </i>diyorlar. E tabii bu caddeye yer açabilmek için de bir dolu sevimli sokakçıklar ve pasajlar yerle bir edilmiş. Sorbonne haricinde<i>, <b>Hotel de Cluny</b></i><i> </i>yani Ortaçağ Müzesi de burada bulunuyor. Niyetimiz Saint Michel'in kankisi <b><i>Saint Germain</i></b>'e uğrayıp, Jean Paul Sartre ve Albert Camus'dan hellâllik almak.Rimbaud ve Verlaine'nın hayaletiyle bir café creme içmek.</div><div style="color: #f9cb9c;"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; color: #f9cb9c; text-align: center;"><a href="http://1.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S_aJ-1DtIAI/AAAAAAAAAKw/6noQbEUnZ0U/s1600/Picture+258.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="http://1.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S_aJ-1DtIAI/AAAAAAAAAKw/6noQbEUnZ0U/s320/Picture+258.jpg" /></a></div><div style="color: #f9cb9c;">Yolda şöyle görkemli bir çeşmeye rast geldik: <i><b>Saint Michel Çeşmesi</b></i>. Eskiden Paris'li kızlar bu çeşmenin başında sevgililerini bekler, sevgilisi olmayanlar da güğümlerini birbirine vurarak boştayız mesajı verirlermiş. Ben de önüne geçip durdum ama pek gelen giden olmadı. Çeşmeden umudu kesip Saint Germain Bulvarı'na kırdık dümeni. Jardin du Luxembourg öncesi biraz kayıntı bulup, kahve içmek istiyoruz. 17. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar nehrin sol yakasındaki aristokrat, soylu aileler şatomsu evlerinde yaşarlarken, <i><b>Honoré de Balzac</b></i> ve <i><b>Marcel Proust'</b></i>ın romanlarında anlattığı yükselen burjuvazi ise sağ yakadaki <b><i>Boulevard Saint-Honoré</i></b> ve <b><i>Champs-Élysées'</i></b>yi tercih ediyor.<br />
<br />
Amerika'daki içki yasağının edebiyatın yaratıcı damarlarını kestiği 1930larla birlikte cadde kasıntı havasından sıyrılmış. Buzlu suyla ilham perilerini yakalayamayan yazarlar, ressamlar Paris'e akın edip, fransız meslekdaşları ile birlikte bölgeye canlılık getirmişler. Saint Germain, bu caddedeki cafelere takılan Jean Paul Sartre ve Simone de Beauvoir gibi yazarlar nedeniyle varoluşçu akımın da merkezi olarak kabul ediliyor. İkinci Dünya savaşı sonrasında elini sallasan bir filozofa, müzisyene ya da yazara çarpıyor. Günümüzde ise bu canlılığa Armani'den Rykiel'e lüks mağazalar da renk katıyor.</div><div style="color: #f9cb9c;"><br />
</div><div style="color: #f9cb9c;"><a href="http://3.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S_aSEZPtO3I/AAAAAAAAAK4/BYpMwRDozPA/s1600/Picture+309.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="http://3.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S_aSEZPtO3I/AAAAAAAAAK4/BYpMwRDozPA/s320/Picture+309.jpg" /></a> O dönemden günümüze halen işletilmeye devam eden cafeler içinde en ünlüleri <i><b>Les Deux Magots</b></i> ve <i><b>Café de Flore</b></i>. Babam her gittiğimiz yerde kahve içmekten hoşnut değil, çay istiyor. Lakin bu memlekette doğru düzgün demleme çaya henüz rastlamadık. Karnımızı doyurmak için Café de Flore'da karar kılıyoruz.</div><div style="color: #f9cb9c;"><br />
</div><div style="color: #f9cb9c;"><a href="http://2.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S_aSJZDwfHI/AAAAAAAAALA/aXSxW-H4NnE/s1600/Picture+310.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="320" src="http://2.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S_aSJZDwfHI/AAAAAAAAALA/aXSxW-H4NnE/s320/Picture+310.jpg" width="240" /></a>Sartre'ın siparişlerini aldığını düşündürtecek kadar kır saçlı, sert görünümlü bir garson geliyor masamıza.Kahvemizi ve peynir ekmeğimizi ısmarlayıp caddeden geçenleri temaşa etmeye başlıyoruz. Babam temaşa halinden uyku haline geçiyor. Yüzümüze vuran güneş içimizi ısıttıkça bizim de içimiz geçiyor. Böyle saçlarım kabartılmış, kalın bir bantla bağlanmış, ayağımda fiyonklu babetler, topuklar iğne gibi sivri, etek desen dizüstü, kolda ufak bir çanta sallanıyor. Belgin Doruk Paris'te. Kırıta kırıta yürüyorum. Az sonra Jean Gabin ile buluşacağız. Öksürük sesiyle uyandım. Ak saçlı garson tepemde, yolcu yolunda gerek diyor bakışları. Hesabı ödeyip kalkıyoruz. </div><div style="color: orange;"><br />
</div><a name='more'></a><div class="separator" style="clear: both; color: orange; text-align: left;"><a href="http://2.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S_aSJZDwfHI/AAAAAAAAALA/aXSxW-H4NnE/s1600/Picture+310.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"> </a></div><div class="separator" style="clear: both; color: orange; text-align: left;"><a href="http://2.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S_aSJZDwfHI/AAAAAAAAALA/aXSxW-H4NnE/s1600/Picture+310.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><br />
</a></div><div class="separator" style="clear: both; color: orange; text-align: left;"><a href="http://2.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S_aSJZDwfHI/AAAAAAAAALA/aXSxW-H4NnE/s1600/Picture+310.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><br />
</a></div><div class="separator" style="clear: both; color: orange; text-align: left;"><a href="http://2.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S_aSJZDwfHI/AAAAAAAAALA/aXSxW-H4NnE/s1600/Picture+310.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><br />
</a></div><div class="separator" style="clear: both; color: orange; text-align: left;"><a href="http://2.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S_aSJZDwfHI/AAAAAAAAALA/aXSxW-H4NnE/s1600/Picture+310.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><br />
</a></div><div class="separator" style="clear: both; color: orange; text-align: left;"><a href="http://2.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S_aSJZDwfHI/AAAAAAAAALA/aXSxW-H4NnE/s1600/Picture+310.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"> </a></div>Chat Noirhttp://www.blogger.com/profile/16760231214797423059noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-2095221500310585726.post-45800964449272774432010-05-13T16:40:00.004+03:002010-07-06T11:10:49.987+03:00Yolların Ustasıyım Gözlerinin Hastasıyım<div style="color: #0c343d; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif; text-align: justify;"><br />
<div style="color: #f9cb9c;">Çocukken okula toplu taşıma araçları ile gitmem yasaktı. O vakitler daha servisler yaygın değil. Şirketler değil şahıslar yapardı servisciliği. Benim servisin şoförü de mahallenin kuru temizlemecisiydi. Beyaz bir Toros'un içine doluşup giderdik. Ama gözümüz hep otobüslerin ve dolmuşların sihirli dünyasındaydı. Otobüse binmek büyümenin ispatıydı gözümüzde. Beşinci sınıftayken isyan bayrağını çekip, servisi "babam almaya gelecek" diyerek atlattım ve ilk kez bir kırmızı ikarusa bindim. Akşam serviste beni göremeyen annem çıldırdığı için eve gelince bir güzel zopa yedim ama olsundu her fiskesine değmişti. Sonra baktılar benim gözüm göz değil, babam, aynı apartmanda oturduğumuz bir sınıf arkadaşımla birlikte gidip gelmemiz koşulu ile kokulu, kalabalık ama eğlenceli dünyaya adım atmama izin verdi. Otobüsün en arkasındaki uzun koltuğun ardında, camla koltuk arasında bir yükselti olurdu. Koltuğa değil, bu yükseltinin üzerine çıkıp oturmaya bayılırdık. </div></div><div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif;"><br />
</div><div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif; text-align: justify;">Derken Ankara'ya Macaristan'dan ithal körüklü otobüsler geldi. Binenler ballandırarak anlatıyor; "körüğün olduğu yerde dairesel bir alan var, otobüs dönerken savruluyorsun". Meraktan öleceğim nasıl bir şey körüklü otobüs. Okul ile ters alâka bir hatta çalışıyor. Numunelik koymuşlar. Rengi yeşil, upuzun bir şey, içi parıl parıl parlıyor yenilikten. Neyse fazla sürmedi bekleyiş, bir haftasonu babamla bindik. Sonraları yaygınlaştı, bizim semtin otobüsleri arasında yeşillerin rengi arttı. Biner binmez körüğün olduğu yuvarlak alana ilerlerdik. Her araba sollayışta, her kavşak dönüşte hoooooop savrulurduk ters tarafa. Liseye başladığımda chevrolet dolmuşlar yerini minibüslere bıraktı ve dolmuş kullanmaya başladık. Otobüs fiziksel temas, dolmuş insani temas odaklıdır. Dolmuşta şoförün ruhsal bunalımlarına, neşesine yakinen şahit olursun. Müzik zevkin bambaşka denizlere yelken açar. Dolmuşta Kaptan'ın dediği olur. Müsait yere o karar verir, dinlenecek müziği o seçer, "sen son durakta iniyorsun, geç arkaya" diyerek oturacağın yeri de o gösterir. </div><div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif; text-align: justify;"><br />
</div><div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif; text-align: justify;">Uzun süredir dolmuş otobüs kullanmıyorum. Evim şehre uzak olduğu için arabayla gidip gelir oldum. Bu da yol eğlencelerinden mahrum ediyor beni. Geçenlerde, gideceğim yerede park sorunu olduğu için arabayı almadım ve dolmuşa bindim. Aman Allahım o nasıl bir yolculuktu. Dolmuştan inesim gelmedi. Büyülenmiş gibi kalakaldım. </div><div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif;"><br />
</div><div style="color: #f9cb9c; text-align: justify;"><div style="font-family: Georgia,"Times New Roman",serif;">Orta boylu, siyah saçları alabros. Saçlar öyle bir taranmış ki, arkadan, ikiye ayrılmış da karılırken içiçe geçmiş iskambil destesi gibi duruyor. Her iki bilekte birer parıldayan gümüşten bileklik. Sağ el parmağında yine gümüş yüzük. En almanından pırıl pırıl parlıyor. </div><br />
</div><div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif; text-align: justify;">Yokus aşağı giderken kendinden geçiyor. Baş parmak ve işaret parmağı geriye doğru uzanarak vites kolunun başını kavrıyor sonra sanki manitasının yanağından makas alır gibi afili bir tarzda el bilekten kıvrılarak bir falso veriliyor. Allaalllaaah nidasını patlatmamak icin zor tutuyorum kendimi. Hele yolcu indirmek için, o otomatik kapı düğmesine yine aynı manitanin poposuna çimdik atar gibi, aynı falsolu bilek hareketiyle bir basışı var. Aman Allah Yarabbiiiim. Kapıyı kapamak icin yaptığı bir baska artistik hareket ruhumu teslim etmeme neden oluyor. Sanırsın az önce kabasına çimdik yiyen kız, el hareketlerinden kaçmak istiyormuşcasına koketleşerek adamın diğer tarafına dolanmış da, bizim hızlı çapkın bir çimdik de bel kırarak uzaklaşan kızın sol kalçasına savurmuş. Öyle bir keyif hali var yüzünde. <br />
<br />
Araba yavas yavas hızlanırken, vites kolunu yana çekerken (bu dolmus vitesinde 2 mi 4 mü ne oluyorsa) avucunun kenarıyla şöyle masa üstü kırıntılarını toplar gibi o vites topuzunu hızlıca sıvazlayıp, parlatma hareketi çektikten sonra, el bilekten attırılarak direksiyonun üstüne yerleştiriliyor. Mubarek gerdan kırar gibi bilek kırıyor. <br />
<br />
Araba hız kazandığında hafiften kıçını kaldırıp koltuğa yeniden yerleşişine, sağ aynaya bir yengeç bakışı, orta aynaya bir klark cekisi var. Görmeyen ölsün. Zaten "Bütün Konutkent<span style="text-decoration: underline;"> </span>kurbaaaaaaaan olsun sana" diye inliyor dolmuş. <br />
<br />
Yalnız yokuş çıkarken vitese çekilen el ense hareketleri sadeleşiyor. Yolcu indirirken öyle bir boşa alışı var ki vitesi kahrından ölürsün. Batsın bu dünya edasıyla avuç içinin bileğe yakın kısmıyla kaktırılıyor vites topuzuna.</div><div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif; text-align: justify;"></div><div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif; text-align: justify;">Ben bıçkın şoförümüzün kombine hareketleriyle hipnotize olmuş vaziyette nerde olduğumuzu unutmuş gidiyoruz sanırken, kaptan, kolunu koltuğunun arkalığına geçirip arkasını yarım dönmüş bana bakarken kendime geldim. Yana kayan bir gülümseme ile "Deniz tükendi abla" dedi. </div>Chat Noirhttp://www.blogger.com/profile/16760231214797423059noreply@blogger.com6tag:blogger.com,1999:blog-2095221500310585726.post-70386334625132486192010-05-12T16:26:00.008+03:002010-05-13T15:18:22.269+03:00MARADONA MON AMOUR<div style="text-align: justify;"><br />
Kardan hiç hazzetmesem de çocukken TRT'de yayınlanan kış olimpiyatlarını hiç kaçırmazdım. Artistik patinaj bir yana, kendilerini iç bükey bir pistin en tepesinden koy verip uçarak yere kondukları kayakla uzun uçmadan tutun da, tabutumsu kızaklarda buzdan oyulmuş kanalların içinde kıvrıla kıvrıla son sürat kaydıkları buzda tornet yarışmalarını keyifle izlerdim. Spora izleyici olarak istidadım parmak ısırtacak düzeydeydi doğrusu. Büyüyüp, aklım başıma denk gelince kasklı, polarla kundaklanmış adamlardan ziyade, kısa şortlar giymiş, beyaz tişörtlü erkekler ilgi alanıma girdi ve <span style="font-weight: bold;">İvan Lendl</span>/ <span style="font-weight: bold;">Goran İvaniseviç</span> sayesinde tenise gönlümü kaptırdım. ama her zaman tek aşkım futbol oldu. </div><br />
<div style="text-align: justify;">Kitlelerin afyonudur futbol. Hangi sınıftan gelirseniz, ister asilzade, ister aristokrat, ister işçi, birbirine benzemez insanları, hatta birbirinin dilinden anlamaz insanları bir araya getirir. Mesela İtalya'da sonradan başbakan da olan mafya babaları, demir kaçakçılığından zengin olmuş aile çocukları klüp başkanı olmuşlardır. Bu sporun içinde keserini palasını beline dolayıp gelen kurtlar, tribünlerde tekbir getiren hırtolar, fenerbaaze diyen yöneticiler de olsa, tüm bu insanlara ve daha fazlasına kollektif sevinçler ve hüzünler yaşatan futboldur. Kriket olacak değil ya.</div><br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://4.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S-qqkVh-w1I/AAAAAAAAAJg/s_fwNk9JKfc/s1600/espana82.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="200" src="http://4.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S-qqkVh-w1I/AAAAAAAAAJg/s_fwNk9JKfc/s200/espana82.jpg" width="200" wt="true" /></a></div><div style="text-align: justify;">1982 yazında dayım ve dedem İzmir'den Ankara'ya bizi ziyarete geldiler ve ben fitbolla tanıştım. Anaerkil aile geleneğini izleyerek Gassaraylı idim ama ben Fatih Terim'i yazları kara donuyla damda gezen komşunun oğlu olarak tanıyordum. Dayım bir futbol sevdalısı idi. Maçları izlerken yaptığı espriler, heyecanlı çıkışları, yorumları futbolla uzaktan yakından ilgisi olmayanları bile ekrana baktırırdı. O yaz Dünya Kupası maçları oynanıyordu. Ama ne kupaydı! </div><br />
<div style="text-align: justify;">Tüm maçlarını izlediğim dünya kupalarından ilki 82, ikincisi de 86 Dünya Kupasıdır. Bu iki kupa maçlarında yaşadığım heyecanı, bir de 2000 UEFA Kupası maçlarını izlerken yaşamıştım. Time Square'de mukim ESPN'i kapatıp adamlara dükkandaki tüm ekranlardan kupa maçlarını verdirdik. Biz istedik diye yapmadılar tabii. Taş çatlasa 40 kişinin sığacağı salona 150 aç ve çılgın Türk dolunca, adamlar paranın kokusunu aldılar ve Amerikanya tarihinde ilk defa iri kıyım adamların tepiştiği Amerikan futbolu yerine skorsuz bitme ihtimali de olan "soccer" izledi. </div><br />
Konumuza geri dönecek olursak. Hiç bir takımı bilmediğim için, her maçta tuttuğum takım değişirdi. Zaten benim bir yıldız takımım değil, yıldızlardan kurulu bir hayal takımım vardı. <span style="font-weight: bold;"> </span><br />
<br />
<div style="border: medium none;"><a href="http://2.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S-qrFLnBsBI/AAAAAAAAAJ4/8-O_RJiyK0s/s1600/rumennige.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="130" src="http://2.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S-qrFLnBsBI/AAAAAAAAAJ4/8-O_RJiyK0s/s200/rumennige.jpg" width="200" wt="true" /></a><a href="http://4.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S-qq1whMm5I/AAAAAAAAAJo/IOqdvamYwzg/s1600/dino+zoff.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="200" src="http://4.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S-qq1whMm5I/AAAAAAAAAJo/IOqdvamYwzg/s200/dino+zoff.jpg" width="141" wt="true" /></a><img border="0" height="200" src="http://2.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S-qq9G_pb3I/AAAAAAAAAJw/KfT5JcAA-aE/s200/paolo+rossi.jpg" width="118" wt="true" /></div><div style="text-align: justify;"><br />
<span style="font-weight: bold;">Dino Zoff, Paolo Rossi</span>, <span style="font-weight: bold;">Gentile</span>, <span style="font-weight: bold;">Ardiles</span>, <span style="font-weight: bold;">Kempes</span> (ah o saçlar), <span style="font-weight: bold;">Socrates</span> (adam gerçekten sokrates'in gençliğine benziyordu o sakalla), <span style="font-weight: bold;">Zico</span>, <span style="font-weight: bold;">Karl Heinz Rummenige</span> (ilk aşkım), <span style="font-weight: bold;">Lieneker</span> (bu da aşkım), <span style="font-weight: bold;">Littbarski</span> (bu da) ve sadece futboldaki dehasına değil, zekasına ve kişiliğine, hayata posta koyuşuna hayran olduğum <span style="font-weight: bold;">Diego Armando Maradona.</span> </div><br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://2.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S-qrZeB4_TI/AAAAAAAAAKA/rQLP56sy-IU/s1600/kempes.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="140" src="http://2.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S-qrZeB4_TI/AAAAAAAAAKA/rQLP56sy-IU/s200/kempes.jpg" width="200" wt="true" /></a><a href="http://4.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S-qrhU6CqCI/AAAAAAAAAKI/MEYy7mGnSlg/s1600/ardiles.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="195" src="http://4.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S-qrhU6CqCI/AAAAAAAAAKI/MEYy7mGnSlg/s200/ardiles.jpg" width="200" wt="true" /></a></div><div style="text-align: justify;"><br />
Bu yazının konusu bu adamdır amma velakin 82 Dünya Kupası için de bir kaç söz etmeden geçmek istemiyorum. O yıl ilk defa Afrika ve Asya kıtasından takımlar da katılmıştı. böyle müsabakalarda, hiç bir uluslararası turnuvada oynamamış, bırak turnuvaları gelişmiş dünyanın .ikinde olmayan ülkelerin vatandaşları arasında duygusal bir bağ kurulur. Haritada belki yerini gösteremediğin bu kavruk ülkelerin sporcularına, takımlarına, yarışmacılarına sempati duyarsın. Benim 1982 sempati kraliçem Kamerun idi. Gariplerim, 2.tura çıkacakken bir gollerinin “off-side” gerekçesi ile iptal edilmesi neticesinde İtalyanlara kaptırmışlardı turu. “Off-side” olmadığı "replay"lerde gün gibi görünüyordu ama İ. Hakem kararını vermişti bir kere. Ailecek bu duruma kahrolduk. Dayım kalktı bir ufak açtı. İçki nedir bilmezdim şimdi bir ayyaş oldum şarkısını söyledik birlikte. Külliyen yalan. Küçük zaten her akşamın ritüeliydi. </div> <br />
<div style="text-align: justify;">Hatırladığım kadarıyla Paolo Rossi ve milli takımdaki bazı oyuncuların adı lig maçlarında şike yaptıkları gerekçesi ile karalanmıştı ve ceza almışlardı. Bu iki olay çakışınca şeytan insanların aklına olur olmaz düşünceleri soktu tabii. Turnuvanın ikinci skandalı Batı Almanya ile Avusturya arasında oynanan maçta yaşanmıştı. Ama burada germenler eşeğin şeyine hepten suyu kaçırmışlardı yani. Almanya lehine çok gollü bir galibiyet, aynı gruptaki Cezayir'e ikinci takım olarak tur atlatacaktı. Almanya ilk golden sonra Avusturyalı oyuncularla birlikte pikniğe çıktı ve turu iki germen takım geçti. Cezayir'in itirazları sonuç vermedi ama bir sonraki turnuvada FİFA kural değiştirerek son iki maçın eş zamanlı oynanmasına karar verdi. Bu durum ne ev sahibi İspanyol, ne mazlum Cezayirli ne de rezil bir galibiyet almış alman seyircisini memnun etti. Sonuçta kupa Almanlara da yar olmadı. İtalya kucakladı aldı. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">82 Kupasında herkesin merakla beklediği Maradona yediği tekmelerle başını çimlerden kaldıramadığı için varlık gösterememişti ama 86'nın yıldızı olmuştu. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">1960 yılında sekiz kardeşin beşincisi olarak, Buones Aires’in dışındaki varoşlardan Fiorito’da doğdu. Dokuz yaşına kadar yaşadığı şehir görmedi bile. Futbola minikler ligi olarak tanımlanabilecek “Los Cebollitas”da 9 yaşında başladı. 15 yaşında profesyonel oldu. 16 yaşına geldiğinde Arjantin milli liginde oynuyordu. 78 Dünya Kupası için kendisini takıma almaması yüzünden, aynı zamanda akıl hocası ve büyüğü olan teknik direktör Menotti’yi hiç bir zaman affetmeyeceğini söylemiştir. 1982 Dünya Kupası’nda 2 gol kaydetti. Gentile’nin aman vermez baskısı tepesinin tasını attırınca oyun dışı kaldı. 1986 Dünya Kupası’nda dönüşü muhteşem oldu. Ben bu adamı izleyerek büyüdüm. Ne mutlu bana ve benim tertibime ki biz bu adamın ne büyük bir futbolcu olduğunu kendi gözlerimizle gördük. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">İngiltere’ye Shilton’ın bacak arasından eliyle attığı gol için maçın ardından istifini bozmadan, “bir el vardıysa, o tanrının elidir” diyerek İngilizleri iyice çileden çıkarmış ve İngiltere ile Arjantin arasında Falkland Savaşı’nı başlatmıştır. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Kısa boyuyla tezat oluşturan kocaman kafası, o kafadan kara çalılar gibi fışkıran dağınık saçları, deli fişek bakan kara gözleri, bir halterci gibi tombul baldırlı güdük bacakları, geniş iman tahtası, tükenmez enerjisi, zekası, dehası, isyankârlığı ve hırçınlığı ile bir futbol anıtıdır Maradona. </div><br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://4.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S-qr18nE8wI/AAAAAAAAAKQ/kah3JkcKe1o/s1600/maradonabebek.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="http://4.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S-qr18nE8wI/AAAAAAAAAKQ/kah3JkcKe1o/s320/maradonabebek.jpg" wt="true" /></a></div><div style="text-align: justify;">Futbolun endüstrileşmeye başladığı sinyalini verdiği yıllarda, bu endüstrinin bir “işçisi” olmayı reddetmiş, sanatını icra ettiği alanın dışında özgür olmak istemiş, bu nedenle dayatılan ağır çalışma koşullarına, cezalara, tazminatlara kafa tutmuş, bir futbolcunun apolitik olmaması gerektiğini politik tavırlarıyla göstermiş, kadınlara ve alkole düşkünlüğünü ilan edecek, İngiltere’ye “tanrının eliyle” attığı o golü, fotoğraflarla belgelenmeden önce itiraf edecek kadar da dürüst bir adam. Yaşayan son futbol kahramanı. </div><br />
<div style="text-align: justify;">2002 dünya kupasında, kokain kullandığı gerekçesiyle kendisine vize vermeyen Japonya’ya “evet kokain kullandım ama hiç değilse Amerikalılar gibi binlerce masum insanı öldürmedim” diyerek ayar vermişliği de vardır.</div><br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://3.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S-qsKxB7kiI/AAAAAAAAAKY/RO9vvtduplA/s1600/maradona10.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="313" src="http://3.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S-qsKxB7kiI/AAAAAAAAAKY/RO9vvtduplA/s400/maradona10.jpg" width="400" wt="true" /></a></div><br />
Futbolun güzelliği, her şeyden önce oyuncusundan taraftarına bu oyuna duydukları saygıdan ve aşktan kaynaklanır. Kara paranın aklandığı, parasal gücün siyaset üzerinde kullanıldığı bir endüstri haline gelerek ruhunu kaybetmiş, insanların üzerinden düşmanlıklarını birbirlerine kustukları kirli bir arenaya <img align="left" alt="maradona pele elele gönül gönüle" border="2" hspace="2" src="http://www.tahinpekmez.org/uploads/images/frackman%20revolutions/maradona12.jpg" style="height: 217px; width: 284px;" title="maradona pele elele gönül gönüle" vspace="2" />dönüşmüştür.<br />
Tanrıdan dekadana, şeytandan kurbana, azizden uyuşturucu bağımlısına bir dolu sıfatı olan bu adam için herkesin mutabık kalacağı bir tek gerçek vardır. Maradona'nın sadece yeteneği değil, onun futbol aşkı ve bu mesleğe duyduğu saygı onu gelmiş geçmiş en büyük futbolcu yapmıştır. Öyle ki, FİFA tüm zamanların en iyi futbolcusu için iki ödül vermiştir. Resmi ödül Pele'ye giderken, "Halkın Seçimi" ödülü Maradona'nın olmuştur. <br />
<br />
<div style="text-align: justify;">Hatırlıyorum, 1994 yılındaki Dünya Kupasında maçtan atıldığında Bangladeş'te yüzlerce insan toplu intihara kalkışmıştı. Aklından ve yüreğinden geçenleri söylemekten hiç bir zaman çekinmemiş varoşlardan gelen asi ruh, ödün vermektense ölmeyi yeğ tutan küçük dev adam sonunda yıllara yenik düştü. Manda gönünden dövülmüş yüreği tekledi. Taraftarlar, spor adamları, muhabirleriyıllarca ona "tanrı", "yıldız", "kurtarıcı" dediler. 2004 yılında yüksek tansiyon yüzünden fenalaşıp hastaneye kaldırılınca, onun da aynı zamanda sadece bir insan olduğunu hatırladılar. </div><br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://2.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S-qsSBNlq7I/AAAAAAAAAKg/1CkXdBg0dgg/s1600/maradona7.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="302" src="http://2.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S-qsSBNlq7I/AAAAAAAAAKg/1CkXdBg0dgg/s400/maradona7.jpg" width="400" wt="true" /></a></div><br />
<br />
<span style="font-weight: bold;"></span>Chat Noirhttp://www.blogger.com/profile/16760231214797423059noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2095221500310585726.post-41717210623371185942010-05-11T18:46:00.002+03:002010-05-12T16:46:23.826+03:00Orji Morji<div style="text-align: justify;"><br />
Böyle sapıkça bir şarkı olur mu? haydi oldu, çocuklara <span style="font-weight: bold;"><img align="right" border="2" height="380" hspace="2" src="http://www.tahinpekmez.org/uploads/images/frackman%20revolutions/georgieporgie-greenaway.gif" style="height: 380px; width: 315px;" vspace="2" width="315" /></span>öğretilir mi yahu? Adam kesen, deri yüzen, kafa uçuran cinsten cinayetler işleyen katillerin neden anglosakson lar arasında yaygın olduğuna şaşmamak lazım. Karındeşen Jack'i kim suçlayabilir. Belli ki adamın çocukluğu bu tekerlemeler yüzünden travmatik geçmiş. <br />
<br />
Orjina adıyla <span style="font-weight: bold;">"Georgie Porgie"</span>, <span style="color: black; font-weight: bold;">l. James</span>’in maiyeti ilk Buckingham Dükü <span style="color: black;">George Villiers</span>’dır. İncil’de geçen melek yüzlü Stephen’dan esinlenerek James kendisine <span style="font-weight: bold;">“steenie”</span>lakabını takmıştır. Sadece lakap takmakla kalmamıştır bittabi. Villiers aynı zamanda kralın maşukasıdır. yakışıklı georgy porgy kadınların da ilgisini çekmekte, biraz ondan biraz bundan derken hem halkın hem de parlamentonun tepkisiyle karşılaşmaktadır. <br />
<br />
Villiers’ın en hayasız ilişkisi hiç kuşkusuz fransa kraliçesi ve XIII. Louis’nin zevceleri Anne of Austria ile olmuş her ikisini de dillere düşürmüştür. Kralın üzerinden büyük etkisi olan, kendisine bahşedilen sınırsız özgürlükleri kullanan ve politik dalaveralar çeviren bu “en çok nefret edilen adam” sonunda parlamentonun sabrını taşırır ve krala dur ihtarı verilir. george villiers ile anne of austria arasındaki romantik ilişki <span style="font-weight: bold;">Alexander Dumas</span>’nın <span style="font-weight: bold;">"üç şilahşörler"</span> romanında işlenmiştir. <br />
<br />
<span style="font-weight: bold;">Aldous Huxley</span>'nin <span style="font-weight: bold;">"Brave New World"</span> (Cesur Yeni Dünya) kitabının beşinci bölümünde de tekerlemeye çok şahane bir gönderme yapılır. <span style="color: olive; font-weight: bold;">"orgy-porgy, ford and fun/Kiss the girls and make them one./boys at one with girls at peace;/orgy-porgy gives release."</span> Aşağı yukarı şöyle diyor <span style="color: olive; font-style: italic; font-weight: bold;">"orji morji,fordcu musun keyif pezevengi/ öp kızları bitir işi/oğlanlar işte, kızlar oynaşta/orji morji rahatlatır bünyeyi"</span><span style="font-style: italic;">.</span> <br />
<br />
Benim gibi ayrıntı saplantınız varsa hoşunuza gidecek bir başka örnek de morgan freeman'ın filmi <span style="font-weight: bold;">"kiss the girls"</span>. Film adını bu tekerlemeden alıyor. <br />
<br />
Aslında bu ne bir toto klasiği ne de bir eric benet cover'ıdır; bildiğin anonim tekerlemedir. </div><br />
<span style="color: olive; font-weight: bold;">"georgie porgie pudding and pie, <span style="font-style: italic;">(corci porgi, puding ve börek)</span></span> <br />
<span style="color: olive; font-weight: bold;">kissed the girls and made them cry <span style="font-style: italic;">(öptü kızları ve ağlattı bilerek)</span></span> <br />
<span style="color: olive; font-weight: bold;">when the boys came out to play, <span style="font-style: italic;">(dışarı çıktığında oynamak için oğlanlar )</span></span> <br />
<span style="color: olive; font-weight: bold;">georgie porgie ran away."<span style="font-style: italic;">(corci porgi durmaz kaçar)</span></span>Chat Noirhttp://www.blogger.com/profile/16760231214797423059noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2095221500310585726.post-75996268054675795712010-05-11T12:31:00.002+03:002010-05-12T16:46:49.748+03:00Aç Kapıyı Bezirgân Başı<div style="text-align: justify;"><br />
<a href="http://3.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S-fb016-NKI/AAAAAAAAAJY/1RndW8Sr-rM/s1600/exixiz_ANAHTAR.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="http://3.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S-fb016-NKI/AAAAAAAAAJY/1RndW8Sr-rM/s320/exixiz_ANAHTAR.jpg" /></a>Dün geceden devam. Oldukça ilginç ve eğlendirici geldi bana bu tekerlemelerin cemaziyevveli. “Aç kapıyı bezirgânbaşı”nı oynamayanımız yoktur herhalde. Birbirinden habersiz, farklı karalar üzerinde çocuklar nasıl aynı oyunları oynuyorlar ilginç gerçekten. portakallar ve limonlar da ingiltere’de çocukların bezirgân başını oynarken söyledikleri bir tekerleme. İki çocuk karşılıklı olarak durup ele ele tutuşarak bir köprü oluştururlar. bir diğeri köprünün altından geçerken yakalanır ve diğer iki çocuk tarafından başının kesilmesi taklit edilir. <br />
<br />
Tekerlemede geçen yerler (bells of st. clement's, bells of st. martin's, bells of old bailey, bells of shoreditch, bells of stepney, great bells of bow) londra’nın çeşitli kiliselerinin bulunduğu mahallerdir. </div><br />
<span style="color: olive; font-weight: bold;">"Oranges and lemons" say the Bells of St. Clement's</span><span style="color: olive; font-style: italic;">(aziz clement'in çanları der; portakallar ve limonlar)</span> <br />
<span style="color: olive; font-weight: bold;">"You owe me five farthings" say the Bells of St. Martin's</span><span style="color: olive; font-style: italic;">(aziz martin der; beş çeyrek borçlusun bana)</span> <br />
<span style="color: olive; font-weight: bold;">"When will you pay me?" say the Bells of Old Bailey</span><span style="color: olive; font-style: italic;">(old bailey sorar, ne zaman ödeyeceksin)</span> <br />
<span style="color: olive; font-weight: bold;">"When I grow rich" say the Bells of Shoreditch</span><span style="color: olive;">(shoreditch çanları cevaplar "zengin olunca)</span> <br />
<span style="color: olive; font-weight: bold;">"When will that be?" say the Bells of Stepney</span><span style="color: olive; font-style: italic;">(Stepney'nin çanları sorar ne zaman)</span> <br />
<span style="color: olive; font-weight: bold;">"I do not know" say the Great Bells of Bow</span><span style="color: olive; font-style: italic;">(bow'un çanları cevap verir bilmiyorum)</span> <br />
<span style="color: olive; font-weight: bold;">"Here comes a Candle to light you to Bed</span><span style="color: olive; font-style: italic;">(işte geliyor yolunu aydınlatan kandil)</span> <br />
<span style="color: olive; font-weight: bold;">Here comes a Chopper to Chop off your Head</span><span style="color: olive; font-style: italic;">(işte geliyor kelleni uçuracak cellat)</span> <br />
<span style="color: olive; font-weight: bold;">Chip chop chip chop - the Last Man's Dead."</span><span style="color: olive; font-style: italic;">(çop çop çop, sonuncusu da oldu mefta)</span> <br />
<br />
<div style="text-align: justify;">tekerlemenin sonundaki sözlerin daha sonraki tarihlerde çocuklar tarafından eklendiği düşünülür. londra’da idamların halka açık olarak yapıldığı yer, bugün marble arch denilen tyburn gate idi. darağacı (tyburn-tree) düzeneği sonraları azılı suçluların ve borçluların yattığı bir hapishane olan newgate’e taşındı ("when will you pay me"?"). idamı haber vermek için, old bailey’nin çanları daha doğrusu st sepulchre’ün ince sesli çanı darağacının newgate’e taşınmasından önce kullanılırmış. newgate hapishanesi (bugün old bailey’nin bulunduğu yer) kendi çanını kendi çalar olmuş. <br />
<br />
bu kadar açıklamadan sonra sanırım son dizelerin ne anlattığı iyice ortaya çıktı (son dizelere geliyoruz). <br />
idamı bekleyen suçlular ya da kader kurbanları (portakallar ve limonlar) gece yarısı hücrelerinin önünden kandille geçen ve elindeki çanı çalan st. sepulchre’ün zangocu ile başlarına geleceği anlarlar (“here comes the candle to light you to bed”). zangoç çanı çalarken bir yanda da </div><br />
<span style="color: olive; font-weight: bold;">“all you that in the condemned hole do lie,</span><span style="color: olive;"><span style="font-style: italic;">(düştün mapus damlarına yatarsın)</span></span> <br />
<span style="color: olive; font-weight: bold;">prepare you for tomorrow you shall die; </span><span style="color: olive;"><span style="font-style: italic;">(hazırlan bineceksin kayıkçının sandalına)</span></span> <br />
<span style="color: olive; font-weight: bold;">watch all and pray: the hour is drawing near </span><span style="color: olive;"><span style="font-style: italic;">(izle ve dua et, çok az kaldı yarına)</span></span> <br />
<span style="color: olive; font-weight: bold;">that you before the almighty must appear; </span><span style="color: olive;"><span style="font-style: italic;">(çıkacaksın tanrının huzuruna)</span></span> <br />
<span style="color: olive; font-weight: bold;">examine well yourselves in time repent, </span><span style="color: olive;"><span style="font-style: italic;">(tövbe et, titre ve kendini eyle seyir)</span></span> <br />
<span style="color: olive; font-weight: bold;">that you may not to eternal flames be sent. </span><span style="color: olive;"><span style="font-style: italic;">(ki yakmasın seni cehennemin alevleri cayır cayır)</span></span> <br />
<span style="color: olive; font-weight: bold;">and when st. sepulchre's bell in the morning tolls </span><span style="color: olive;"><span style="font-style: italic;">(sabah çaldığında aziz sepulcher'ın çanları)</span></span> <br />
<span style="color: olive; font-weight: bold;">the lord above have mercy on your soul.”</span><span style="color: olive;"><span style="font-style: italic;">(tanrı affetsin o sefih ruhları)</span></span> <br />
<br />
diye mırıldanırmış.Chat Noirhttp://www.blogger.com/profile/16760231214797423059noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2095221500310585726.post-63737694950263476782010-05-10T13:07:00.004+03:002010-05-12T16:47:12.357+03:00Yağ Satarım Bal Satarım<div style="text-align: justify;"><br />
Dün gece sancısı tutmuş kediler gibi dolandım durdum evin içinde. Hani bazen enerji patlaması yaşarsın da, o enerjiyi aktaracak yer bulamazsın. Ne yapsan kesmez. Birilerini arayıp sohbet etmek için de hayli geç bir vakit. Barış Uygur'un kitabını aldım elime. Gözlerim satırlarda akıp gidiyor ama kafama giren bir şey yok. Kapattım kitabı. Müziğe sardırıyım dedim. Whitesnake, İron Maiden. Enerji boşaltmak için uygun, lakin gecenin birinde kısık sesle metal dinlenmiyor; dinlerken de kıpırtısız oturulmuyor. Kalktım Dave Gilmour'un konser DVD'sini koydum. Hem fiziksel hem bilişsel olarak sakinleştiriyor insanı. Konser bitti. Bu kez de uykum kaçtı. Eee, geriye tek çare kalıyor internet. Nette ortaya karışık takılırken, kendimi İngiliz çocuk şarkılarını, tekerlemelerini winamp'te dinlerken buldum. Oda neymiş, bu da neymiş diye daldan dala konarken sabahı ettim. İşte gecenin özeti:</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Konteslikle taçlandırılıp, konformist zümreye dahil olmadan önce, özel sektörün sefil bir neferi olarak mecburi hizmetimi, londra düzlüklerinde pazarcılık, garsonluk, çocuk bakıcılığı gibi bilimum işlerde saç baş yolarak, topuk kası ve varis geliştirerek eda ettim. dil üstünde dil kaydırarak dil öğrenme hevesim, envai boy ve yaştaki laftan anlamaz çocuklara dil dökerek kursağımda düğüm oldu. Sonraları bu düğümü iskendervari bir çözümle açtım ama konumuz düğüm değil, sefil bakıcılık günlerim sırasında öğrenmiş olduğum ingiliz kültürünün birbirinden psikopat çocuk tekerlemeleri. <br />
<br />
Bir tekerleme bir öykü köşemizde ele alacağımız ilk pisi pisikopat çocuk tekerlemesi <span style="font-weight: bold;">"pop goes the weasel"</span>. Bizim yağ satarım bal satarımla, sandalye kapmaca arasında bir oyun oynanırken söylüyor bunu çocuklar. <br />
<br />
Orjini 17. yüzyıla dayanan bir tekerlemeden mülhemdir. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">"pop" ve "weasel" kelimeleri Londra'da mukim cockney argosundan gelmektedir. Cockneyler bir nevi Londra'nın roman takımı olurlar. Aynasızlardan nefret eden, birbirlerine bağlı ve yabancılara karşı şüpheci insanlardır. Durum böyle olunca da kendi aralarında kullandıkları anlayana aşkolsun bir dil geliştirmişlerdir. Buna kafiyeli şifreli argo da denebilir herhalde. mütemadiyen ikinci kelimeyi es geçtiklerinden dile yabancı birinin anlaması imkansızdır. <br />
<br />
"pop", "pawn"(rehin) kelimesi yerine kullanılan argo bir sözcüktür. Weasel ise <span style="font-weight: bold;">"weasel and stoat"</span>dan gelir ve "coat" (palto-ceket) manasındadır. bir zamanlar yoksullar bile pazar günleri kiliseye giderken üstlerinde temiz bir şeyler olsun diye bir takım elbise bulundururlarmış. Zor durumda kaldıklarında da bu elbiseler pazar günleri teslim almak üzere pazartesi günü rehinciye verilirmiş. Yani: "pop goes the weasel". Nihayetinde anaokul çocuklarına öğretildiği için böyle bir hikaye üfürülmüş. Gerçi hangi bebe tutup da tekerlemenin anlamını soracak. kaçımız aç kapıyı bezirgan başı tekerlemesinin nerden geldiğini merak ettik. </div><br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://3.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S-faY1BaY5I/AAAAAAAAAJI/I4jm6RVUQnY/s1600/450px-Eagle_City_Road_London_2005.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="http://3.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S-faY1BaY5I/AAAAAAAAAJI/I4jm6RVUQnY/s320/450px-Eagle_City_Road_London_2005.jpg" /></a></div>İşin aslı, ayyaş ingilizler "eagle pub"a uğrayıp beş on şişe bira yuvarlamadan önce ya da yuvarladıktan sonra rehinciye bıraktıkları paltolarının parası ile hesabı öderlermiş. Burada biraz daha açıklama yapabiliriz aslında. <span style="color: olive; font-weight: bold;">"up and down the city road, in and out the eagle -that’s the way the money goes - pop! goes the weasel"</span><span style="color: olive; font-style: italic;">(voltala dur sokakta. bir içeri bir dışarı kartal barında, gönlüm hovarda, . semayeyi bıraktık rehin dükkanında)</span>. "The eagle" (kartal) kelimesi londra'nın kuzeyindeki varoş mahallesi Hackney'de, City Road ve Shepherdess Walk'ın köşesindeki "Eagle Tavern" adlı pub'dır. <br />
<br />
Bu eski pub 1825 yılında Charles Dickens'ın da müdavimlerinden olduğu bir müzikhole dönüştürülmüştür. Müzikhol'ün 1883'de alkole de müziğe de hiç sıcak bakmayan salvation army'e satılması ise düpedüz ironiktir yani. müzikhol sonraları yıkılmış ve yerine şimdiki pub kondurulmuştur. Bunu da şurdan biliyorum. o köşedeki çamaşırhanede az çamaşır yıkamadım, çamaşır yıkarken kahırlanıp vatanım vatanım diyerek az bira içmedim. <br />
<br />
<div style="text-align: justify;">Weasel'ın da aslında <span style="font-weight: bold;">I. James</span>'in takma adı olan Vaisselle olduğu, söylene söylene bozularak weasel şeklini aldığı rivayet olunur. Pirinç ve melas ise renklerinden dolayı olsa gerek patlayıcı yapımında kullanılan potasyum nitrat ve kömürün argo karşılığıdır. Pubdan rehinciden patlayıcılara geçtik ne alâkası var gibi görünebilir ama bir alâkası var. </div><br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://3.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S-fanEcRvpI/AAAAAAAAAJQ/pHYG3DkHZ0o/s1600/800px-Gunpow1.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="206" src="http://3.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S-fanEcRvpI/AAAAAAAAAJQ/pHYG3DkHZ0o/s400/800px-Gunpow1.jpg" width="400" /></a></div><br />
<div style="text-align: justify;">Tüm bu gizli saklı kelimeler <b>R</b><span style="font-weight: bold;">obert Catelby</span> önderliğindeki ingiliz katoliklerinin I. James'e karşı giriştikleri başarısız suikast girişimini anlatmaktadır. plan, parlamentonun açılış tarihi olan 5 kasım tarihinde lordlar kamarasını havaya uçurmaktır. lakin kozmik odada yapılan araştırmalar sonrasında suikast planı öğrenilmiş ve suikatörler ele geçirilerek cezaları oracıkta infaz edilmiştir. Bu olaydan geriye bir tekerleme bir de her 5 kasımda londra'da havai fişeklerle kutlanan<span style="font-weight: bold;">"bonfire night"</span> olayı kalmıştır. <br />
<br />
söz konusu tekerlemenin birkaç versiyonu olmakla birlikte en çok çığrılanı şöyledir: <br />
<br />
<span style="color: olive;"><span style="font-weight: bold;">"half a pound of tuppenny rice, </span><span style="font-style: italic;">(bir dirhem pirinç)</span></span> <br />
<span style="color: olive;"><span style="font-weight: bold;">half a pound of treacle. </span> <span style="font-style: italic;">(bir dirhem pekmez)</span></span> <br />
<span style="color: olive;"><span style="font-weight: bold;">that’s the way the money goes,</span><span style="font-style: italic;">(ahanda paracıklar bitti)</span></span> <br />
<span style="color: olive;"><span style="font-weight: bold;">pop! goes the weasel. </span> <span style="font-style: italic;">( bizim palto da rehinciye gitti)</span></span> <br />
<span style="color: olive; font-weight: bold;">up and down the city road,</span> <span style="color: olive; font-style: italic;">(voltala dur sokakta)</span> <br />
<span style="color: olive; font-weight: bold;">in and out the eagle,</span><span style="font-weight: bold;"> </span> <span style="color: olive; font-style: italic;">(bir içeri bir dışarı kartal barında)</span> <br />
<span style="color: olive; font-weight: bold;">that’s the way the money goes,</span><span style="font-weight: bold;"> </span><span style="color: olive; font-style: italic;">(ahanda paracıklar bitti)</span> <br />
<span style="color: olive; font-weight: bold;">pop! goes the weasel."</span> <span style="color: olive; font-style: italic;">(bizim palto da rehinciye gitti)</span> <br />
<br />
Sözün özü bir avuç pirinç, iki dirhem pekmez, iki pint da ale devirince hoop ceket gidiyor rehinciye. </div>Chat Noirhttp://www.blogger.com/profile/16760231214797423059noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2095221500310585726.post-57154743938710660602010-05-06T15:06:00.003+03:002016-04-28T14:31:11.735+03:00The Bell-Çan<div style="color: #0c343d; font-family: Georgia,'Times New Roman',serif; text-align: justify;">
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
</div>
<div style="color: #f9cb9c;">
İris Murdoch’ın 1958 yılında yayınlanan romanı "çan"ı, orjinal dilinde "the bell", Robinson Crusoe 389'un üst katında bitirmiştim. </div>
</div>
<div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,'Times New Roman',serif; text-align: justify;">
<br />
Roman, Dora Greenfield’in gönülsüz de olsa, birtakım elyazmaları üstünde çalışan bıyıklı entel “macho macho man” kocası paul ile buluşmak üzere, yabancılar için küçük şirin nostaljik, yerlileri için bayıcı ve bunaltıcı, zamanın akmayıp durduğu ingiliz şehirlerinden birinde mukim, ihata duvarı bir anglikan manastırına dayalı İmber Court (imber köşkü diyelim biz)’a gelişiyle başlar. </div>
<div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,'Times New Roman',serif; text-align: justify;">
<br />
Ruhban bir grubun yaşadığı köşk, geçmişi sübyancılıkla lekelenmiş, rahip olacakken kaderin taklasına gelmiş, eşcinsel michael meade’e aittir. Manastırın (ımber abbey) başrahibesi ile michael’ın birlikte kurup devam ettirdiği bir topluluktur bu ve yaşadıkları köşk de bir çeşit araf gibi manastır ile gerçek dünya arasındaki bir geçiş bölgesi; eli tefekkürde gözü oynaşta olanlar için tampon bölgedir. Ne öte dünyaya kendini hazır hisseden ne de bu dünyanın gerçekleriyle baş edebilen bu insanlar aracılığıyla yazar, ahlaki ve dini değerlerin insan doğasına uygunluğunu, uymadığı zaman uyumlaştırılması gerekip gerekmediğini sorgular. <br />
<br />
Köşkte yaşayan herkesin (eşcinsel michael, bu konuda kimlik bunalımı mı yaşıyor diye şüphe ettiğim ve kendisinin de aynı eğilimi taşıdığını düşündüğüm nick, evli bir kadına aşık olan ve eşcinsellik konusunda kafası karışan toby, şehvet düşkünü koca Paul, kocayı aldatan kadın Dora, rahibe olmayı gönülsüzce kabullenen aşk ateşiyle yanan Catherine, kopan evlilik bağını uhrevi bir bağla düğümlemeye çalışan bay ve bayan Marks vs vs) kafası karışıktır, hayatı karışıktır (steril adam James Taper hariç). <br />
<br />
Kitaba adını veren Çan’ın ne manaya geldiği konusunda ise, hem evde yaşayanların hem de okurun kafası karışıktır. çünkü biri gölün dibinde yatan, diğeri sipariş edilen olmak üzere iki çan mevcuttur. Paul’un karısına anlattığı hikayeden öğreniriz ki, eski çan, bir rahibenin aşık olup, gizli gizli aşığıyla buluştuğu suçlamalarını reddederek gölde intihar etmesiyle gölün dibini boylamıştır. efsaneye göre sesinin duyulması bir ölüme işarettir. <br />
<br />
Sersem mi akıllı mı olduğunu kestiremediğim dora ile genç irisi Toby, Çan’ı gölün dibinden çıkararak bir faciaya yol açarlar. Çan’ın üstüne “ben aşkın sesiyim” kazınmıştır. Manidar değilmi? Çan belki de uhrevi aşk ile dünyevi aşk arasında kalan (michael ve catherine) insanların kendileriyle mücadelesinin sembolüdür. <br />
<br />
Roman boyunca sık sık ikilem yaşayan, kafası karışan, bir yol, bir rahatlama, bir kurtuluş bulmaya çalışan iki karakterden biri dora diğeri michael’dır. Michael bu dünyaya ait tensel arzuların ve uhrevi aşkın aynı kaynaktan beslendiğini düşünür ama diğer yandan bu düşüncenin kendisini bir sapkın mı yaptığı, yoksa arzularını masumlaştırıp temize mi çektiği konusunda açmaza düşer. Doğuştan mümin, sarsılmaz yıkılmaz James karşısında, Michael arzularıyla olması gereken arasında sıkışmış dokunaklı bir karakter. Michael’ın, Nick’e duyduğu sevgiyi, özlemi, kırgınlığı, hayal kırıklığına uğratılmışlığı, arkadan hançerlenmişliği ve tüm bu duyguları nick’in hayali ile harmanladığı bir başkasında (Toby) sırasıyla dindirmek, temize çekmek ve susturmak isteği olağanüstü güzel bir sahne ile anlatılmış. "our actions are like ships which we may watch set out to sea, and not know when or with what cargo they will return to port".</div>
<div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,'Times New Roman',serif; text-align: justify;">
</div>
<div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,'Times New Roman',serif; text-align: justify;">
O eve dönüş sahnesinden sonra ise laylaylom Toby’nin olan biteni, michael’i, kendi etik anlayışını sorgulaması başlar. İnsani zaaflar ile ahlaki kurallar arasında gidip gelir, karakterleri değerlendirirken kendinize de bir göz atarsınız ister istemez. <br />
<br />
Yazıldığı yıla bakılırsa zamanında devrim yaratmış olsa gerek bu kitap. 50li yılların muhafazakâr (gerçi her daim muhafazakâr) ingilteresi'nde ahlak anlayışını sorgulamak, eşcinselliği sorgulamak her yiğidin harcı değildir. </div>
Chat Noirhttp://www.blogger.com/profile/16760231214797423059noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-2095221500310585726.post-20584160492469645572010-05-06T00:09:00.017+03:002016-04-28T14:34:32.197+03:00Deepest Purple<div style="color: #20124d; font-family: 'Trebuchet MS',sans-serif; text-align: justify;">
<div style="border: medium none;">
<br /></div>
<div style="border: medium none;">
<span style="color: #0c343d; font-family: "georgia" , "times new roman" , serif; font-size: small;">Sene 1967-1968. Dünyanın yayık ayranı gibi çalkalanıp köpürmeye başladığı yılların başlangıcı. Altı Gün Savaşları da denilen Arap –İsrail Savaşı kopmuştur. İsrail, Suriye’den Golan Tepeleri’ni, Filistin’den Gazze ve Batı Şeria topraklarını koparır. Birleşmiş Milletler birbirine girer. ABD’nde ırk ayırımına karşı ayaklanmalar bütün ülkeyi sarmıştır. </span></div>
</div>
<div style="color: #f9cb9c; font-family: 'Trebuchet MS',sans-serif; text-align: justify;">
<span style="font-size: small;"><br />
</span></div>
<div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,'Times New Roman',serif; text-align: justify;">
<span style="font-size: small;">ABD Anayasa Mahkemesi, ırklararası evliliği yasaklayan tüm eyalet yasalarını anayasaya aykırı bulup iptal eder. Bu arada çiçek çocuklar Vietnam Savaşı karşıtı gösterilerde ortalığı çiçeklerle süslerken, karşılığında polisler de kanla boyama çalışmaları yapmaktadır. </span></div>
<div class="separator" style="clear: both; color: #f9cb9c; text-align: center;">
<br /></div>
<div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,'Times New Roman',serif; text-align: justify;">
<span style="font-size: small;">O yıl, Oscar goes to A man For All Seasons. Thomas More’un hayatını anlatan nefis bir filmdir. Dustin Hoffman’ı kalplere, Simon & Garfunkel’in Mrs Robinson’ını dillere pelesenk eden “Graduate” filmi de 1967 de gösterime girer. </span></div>
<div style="color: #f9cb9c; font-family: 'Trebuchet MS',sans-serif; text-align: justify;">
<span style="font-size: small;"><br />
</span><br />
<div style="font-family: Georgia,'Times New Roman',serif;">
<span style="font-size: small;">Andy Warhol’un meşhur Marilyn Monroe renkli baskısı da 67’ye damgasını vuran görsellerden biridir. Bu arada Çin ilk hidrojen bombasını patlatmıştır.</span><br />
<br />
<span style="font-size: small;"> <span style="font-family: "trebuchet ms" , sans-serif;">Y<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;">unanistan’da Ergenekonis davasında, 15 subay darbe girişiminde bulunma suçundan mahkum olmuş ama bu durum darbeyi engelleyememiştir. Apollon 1 ekibi elektrik kontağından çıkan yangında rahmete kavuşurken, Vietnam Savaşının simgesi haline gelmiş olan, General Nguyen Ngoc Loan’ın Viet Conglu bir mahkumu öldürdüğü fotoğraf insanların hafızasına kazınmıştır. </span></span></span></div>
</div>
<div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,'Times New Roman',serif; text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,'Times New Roman',serif; text-align: justify;">
<span style="font-size: small;"><br />
</span></div>
<div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,'Times New Roman',serif; text-align: left;">
<span style="font-size: small;"><span style="font-family: "trebuchet ms" , sans-serif;">Daha daha neler olmuş? Rıza Pehlevi tacını pederinden devralmış. Garibim daha sonra elinde bavul turist Rıza olacağını bilmiyor tabii. Bizde de Trabzonspor kurulmuş. Fenerbahçe’nin altın çağı başlamış. Yılmaz Güney henüz yımırtalık savcısını öldürmemiş, peşpeşe film çekiyor: Kızılırmak Kara Koyun, Balatlı Arif, Eşkiya Celladı, Çirkin Kral Affetmez. Daha sonra O da affedilmeyecek, fransa acı vatan’da ebediyete nakline kadar sürgün kalacak. </span></span></div>
<div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,'Times New Roman',serif; text-align: justify;">
<span style="font-size: small;"><br />
</span></div>
<div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,'Times New Roman',serif; text-align: justify;">
<span style="font-size: small;">Güzel şeyler de oluyor. Nicole Kidman, Kurt Cobain, Benicio del Toro, Philip Seymour Hoffman, Julia Roberts ve François Ozon doğuyor. Izlemeye bıkmadığım “Cool Hand Luke” ve “le Samourai” çekiliyor. İngiltere o sıralarda AB kapısında aday adayı. Müzakerelerde ben götümle girerim AB’ye derken. Götüne “De Gaulle”ün vetosu giriyor. O yıl Barclays, ilk atm makinasını kuruyor ve hallelujah eşcinsellik suç olmaktan çıkarılıyor. Bunlar müzakere fasıllarında yer alan şartlardı herhalde. Ayrıca Celtic F.C, Inter Milan’ı 2-1 yenerek UEFA kupasını ( nam-ı diğer Avrupa Kupası) kazanan ilk Birleşik Krallık takımı oluyor. </span></div>
<div style="color: #f9cb9c; font-family: 'Trebuchet MS',sans-serif; text-align: justify;">
<span style="font-size: small;"><br />
</span><br />
<div style="font-family: Georgia,'Times New Roman',serif;">
<span style="font-size: small;">Jimi Hendrix ve Pink Floyd ilk albümlerini çıkarıyorlar. E bunca lafı niye ettik? Ve dünyayı sertçe sallayacak bir ingiliz grup daha er meydanına çıkıyor. Deep Purple’ın temelleri 1967'de atılıyor. Resmen 1968’de kuruluyorlar. </span></div>
</div>
<div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,'Times New Roman',serif; text-align: justify;">
<span style="font-size: small;"><br />
</span></div>
<div class="separator" style="clear: both; color: #f9cb9c; font-family: Georgia,'Times New Roman',serif; text-align: center;">
<span style="font-size: small;"></span></div>
<div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,'Times New Roman',serif; text-align: justify;">
<span style="font-size: small;"><br />
</span></div>
<div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,'Times New Roman',serif; text-align: justify;">
<span style="font-size: small;">Grubun efsanevi klavyecisi John Lord ile davulcusu Ian Paice ikiz kızkardeşlerle evlendiklerinden aralarında bir bacanak ilişkisi de var. 1967 yılında davulcu Chris Curtis şoparları toplayalım, gezici bir grup oluşturalım, çalanlar sık sık değişsin, kafasına gore takılan bir kumpanya olsun, adı da </span><span style="font-size: small; font-weight: bold;">“Roundabout”</span><span style="font-size: small;"> olsun deyu parası olan ama zevk sahibi musîkişinas bir işadamına fikrini çıtlatıyor. Fikir tutuyor ve derhal üye arayışına çıkılıyor. Kapıdan içeri ilk girenler, klasik müzik eğitimi almış olan John Lord ve teee Hamburg’ta konsomatris gitarcı (session guitarist oluyor gavurcası) olarak çalışan Ritchie Blackmore ve davulcu Ian Paice. Nick Simper (bass) ve Rod Evans (vocal) ise daha sonraları yerlerini Roger Glover ve garbın bülbül sesli şarkıcısı Ian Gillan’a bırakıyorlar. 68 baharında grubun adı mosmora dönüşüyor. </span></div>
<div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,'Times New Roman',serif; text-align: justify;">
<span style="font-size: small;"><br />
</span></div>
<div class="separator" style="clear: both; color: #f9cb9c; font-family: Georgia,'Times New Roman',serif; text-align: center;">
<span style="font-size: small;"></span></div>
<div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,'Times New Roman',serif; text-align: justify;">
<span style="font-size: small;">Derler ki, grup provaları Ritchie’nin kulakları ağır işiten babannesinin evinin bodrumunda yaparmış. Ninecik Guinness’e göre dünyanın en gürültücü grubu seçilen bu adamların bangırdamasını huşu içinde dinler, 1930larda çok popular olmuş, bir Peter deRose bestesi Deep Purple’ı “evladım ne zaman çalacaksınız” diye sorar dururmuş . Sonunda Ritchie de ottan boktan isim bulma furyasına kapılarak grubun adını </span><span style="font-size: small; font-weight: bold;">Deep Purple</span><span style="font-size: small;"> olarak değiştirmiş.</span></div>
<div style="color: #f9cb9c; font-family: 'Trebuchet MS',sans-serif;">
<span style="font-size: small;"><br />
</span></div>
<div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,'Times New Roman',serif; text-align: justify;">
<span style="font-size: small;">Piyasada fırtına gibi esen bir grup. Son derece üretkenler. 68’de peşpeşe ilk iki albümleri geliyor: </span><span style="font-size: small; font-style: italic; font-weight: bold;">Shades of Deep Purple</span><span style="font-size: small;"> ve </span><span style="font-size: small; font-style: italic; font-weight: bold;">The Book of Taliesyn</span><span style="font-size: small;">. Lord' un klasik geçmişinin etkili olduğu, Bach ve Rimsky-Korsakov esintili </span><span style="font-size: small; font-style: italic; font-weight: bold;">Deep Purple</span><span style="font-size: small;"> albümü 1969’da çıkar.</span><br />
<br /></div>
<div class="separator" style="clear: both; color: #f9cb9c; font-family: Georgia,'Times New Roman',serif; text-align: center;">
<span style="font-size: small;"></span></div>
<div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,'Times New Roman',serif; text-align: justify;">
<span style="font-size: small;"> Daha Ian Gillan Ve Roger Glover ortada yoklar. Nick ve Rod’a yol verilince, adam arayışına giren Gruba, bizim Ritchie’nin kankası ve Episode Six adlı grubun davulcusu Mick Underwood, Ian ve Roger’ı tavsiye ederek kendi grubunun ipini elleriyle çekmiş olur. Bu olaydan sonra yaşadığı vicdan azabını uzun yıllar üzerinden atamaz. Gillan, vefa borcunu Mick’i Deep Purple sonrası kuracağı grubuna alarak öder. </span></div>
<div style="color: #f9cb9c; font-family: 'Trebuchet MS',sans-serif; text-align: justify;">
<span style="font-size: small;"><br />
</span></div>
<div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,'Times New Roman',serif; text-align: justify;">
<span style="font-size: small;">1970’e geldiğimizde grup seksen günde devr-i aleme çıkmış dünyayı fır dönmektedir. Bu yılın ilk yarısında </span><span style="font-size: small; font-style: italic; font-weight: bold;">In Rock</span><span style="font-size: small;"> gelir. </span></div>
<div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,'Times New Roman',serif; text-align: justify;">
<span style="font-size: small;"><br />
</span></div>
<div class="separator" style="clear: both; color: #f9cb9c; font-family: Georgia,'Times New Roman',serif; text-align: center;">
<span style="font-size: small;"></span></div>
<div style="color: #f9cb9c; font-family: 'Trebuchet MS',sans-serif; text-align: justify;">
<div style="font-family: Georgia,'Times New Roman',serif;">
<span style="font-size: small;">Hiç bir zaman “out” olmayan </span><span style="font-size: small; font-weight: bold;">“Child in Time”</span><span style="font-size: small;">da gürül gürül gürleyen, sinir bozacak kadar güzel bir sese sahip Ian Gillan, birbirleriyle atışan aşıklar gibi karşılıklı döktüren Blackmore ve Lord, ritmik jimlastik çalışan Glover ve Paice öyle bir tarz yaratırlar ki, bu “enstrümanlar versus vocal”, “enstrüman versus enstrüman” atışması alâmet-i farikaları olur. </span><span style="font-size: small; font-style: italic; font-weight: bold;">Fireball</span><span style="font-size: small;">’u çıkardıkları 1971’de, bir sonraki albümde yer alacak şarkıları söylemeye başlamışlardır bile. </span></div>
<span style="font-size: small;"><br />
</span><br />
<div style="font-family: Georgia,'Times New Roman',serif;">
<span style="font-size: small;">Fireball’dan hemen sonra gelen </span><span style="font-size: small; font-style: italic; font-weight: bold;">Machine Head</span><span style="font-size: small;">, </span><span style="font-size: small; font-weight: bold;">“Smoke On The Water”</span><span style="font-size: small;">, </span><span style="font-size: small; font-weight: bold;">“Highway Star”</span><span style="font-size: small;">, ve </span><span style="font-size: small; font-weight: bold;">“Space Truckin”</span> gibi efsane şarkıları içerir.</div>
</div>
<div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,'Times New Roman',serif; text-align: justify;">
<span style="font-size: small;"><br />
</span></div>
<div class="separator" style="clear: both; color: #f9cb9c; font-family: Georgia,'Times New Roman',serif; text-align: center;">
<span style="font-size: small;"></span></div>
<div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,'Times New Roman',serif; text-align: justify;">
<div style="text-align: left;">
<span style="font-size: small;"> <span style="font-family: "trebuchet ms" , sans-serif;">1971 yılında Rolling Stones’un mobil kayıt stüdyosunda kayıt yapacak olan Grup, Montreux’de Geneva Gölü yakınlarındaki Montreux Gazinosu'na gelir. Stüdyo, gazinonun bulunduğu alandadır. Gel gör ki, kayıttan bir gece öncesinde aynı gazinoda Frank Zappa ve şürekasının verdiği konser sırasında hıyarın biri işaret fişeğini ateşleyince mekan yanıp kül olur. El elde baş başta ne yapacağız diye düşünürlerken, şeytan azapta gerek, </span></span><span style="font-family: "trebuchet ms" , sans-serif; font-size: small; font-weight: bold;">“Smoke on the Water”</span><span style="font-family: "trebuchet ms" , sans-serif; font-size: small;"> efsanesi ortaya çıkar.</span></div>
<div style="font-family: 'Trebuchet MS',sans-serif;">
<span style="font-size: small;"><br />
</span></div>
<div style="font-family: Georgia,'Times New Roman',serif;">
<span style="font-size: small;">"We all came out to montreux/On the lake geneva shoreline/To make records with a mobile/We didnt have much time/Frank Zappa and the mothers/Were at the best place around/But some stupid with a flare gun/Burned the place to the ground/Smoke on the water, fire in the sky." </span></div>
</div>
<div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,'Times New Roman',serif; text-align: justify;">
<span style="font-size: small;"><br />
</span><br />
<div style="font-family: Georgia,'Times New Roman',serif;">
<span style="font-size: small;">Çıkan her albüm listeleri alt üst eder. En dişli rakibi ise, kendileriyle aynı yıl doğumlu, Rolling Stone tarafından “tüm zamanların en ağır”, VH1 tarafından “Hard Rock’un 1 (yazı ile bir) Numaralı” grubu olarak adlandırılan, heavy metal müziğin kurucu babaları, adıylaaaaaa sanıylaaaaaaaa Leeeeeeeeeeeeed Zeppeliiiiiiiiiiiiiiiin. </span></div>
</div>
<div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,'Times New Roman',serif; text-align: justify;">
<span style="font-size: small;"><br />
</span></div>
<div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,'Times New Roman',serif; text-align: justify;">
<div>
<span style="font-size: small;">İki birbirinden sıkı grup er meydanına çıkınca, kapışmaları da dikkat çeker. Rivayet odur ki, bir gün muhabirler Jimmy Page ve Robert Plant’ı gece klübünden çıkarken yakalayıp kışkırtırlar. “Deep Purple Fireball’dan çok kısa zaman sonra Machine Head’i çıkardı. Albümleri bomba gibi düşüyor. Deep Purple hakkında ne düşünüyorsunuz?” Bu soru üzerine Led Zeppelin'in cevabı ağır olur : "Who do they think they are?”. </span></div>
<div>
<span style="font-size: small;">1973’de Deep Purple’ın yanıtı APS ile yeni bir albüm olarak gelir. Albümün ismi, tabii ki de </span><span style="font-size: small; font-style: italic; font-weight: bold;">Who do we think we are?</span></div>
<span style="font-size: small; font-style: italic; font-weight: bold;"> </span> </div>
<div class="separator" style="clear: both; color: #f9cb9c; font-family: Georgia,'Times New Roman',serif; text-align: center;">
<span style="font-size: small;"></span></div>
<div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,'Times New Roman',serif; text-align: justify;">
<span style="font-size: small;"><br />
</span><br />
<div style="font-family: Georgia,'Times New Roman',serif; text-align: justify;">
<span style="font-size: small;">Albümün ardından grup gümbürtülü bir Japonya turnesine çıkarlar ve “Made in Japan” doğar. Ne yazık ki Blackmore ile Gillan arasındaki gerginlik artar, kara bulutlar ortalığı kaplar. Gillan Grubu terk eder. Glover da O’nunla birlikte aynı postaya verilir. Yerlerini David Coverdale ve Glenn Hughes alır. Ve tam da ortalık kasıp kavrulurken duruma uygun iki album gelir 1974’de: Burn ve Stormbringer. Yürek çatlatan </span><span style="font-size: small; font-weight: bold;">“Soldier Of Fortune”</span><span style="font-size: small;">u ekşi’ye ilk üye olduğumda nick olarak almıştım ama çaylaklığım yazarlıkla sonuçlanamadığı için güzelim nick de heba olup gittiydi. </span></div>
<div style="font-family: Georgia,'Times New Roman',serif; text-align: justify;">
<span style="font-size: small;"><br />
</span></div>
<div style="font-family: Georgia,'Times New Roman',serif; text-align: justify;">
<span style="font-size: small;">1975’e geldiğimizde, Blackmore periyodik huysuzluk sancılarından birinde, gitarının fişini çekerek grubu terk eder. Yeri doldurulamaz adamın gitmesiyle birlikte Lord ve Paice gurubu dağıtma kararı alırlar. Grup içindeki kargaşa dayanılmaz bir hal alır. 1976 yılında çıktıkları İngiltere turu sırasında ,Liverpool’da, David Coverdale gözyaşları içinde istifasını verirken, aslında ortada bırakıp gidecek bir grup bile kalmamıştır. Deep Purple’ın dağıldığına ilişkin resmi açıklama aynı yıl gelir. </span></div>
</div>
<div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,'Times New Roman',serif; text-align: justify;">
<span style="font-size: small;"><br />
</span></div>
<div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,'Times New Roman',serif; text-align: justify;">
<span style="font-size: small;">1984 yılında kadar dağınık kalırlar. 1984’de Gillan, Blackmore, Paice, Glover ve Lord, <i><b>Perfect Strangers</b></i> ile tekrar bir araya gelirler. Barış 1989’da yeniden bozulur. Gillan ve Blackmore’un müzikal anlaşmazlıkları suları bulandırır. Gillan ayrılır ve yerine 2008 yılında ODTÜ’de izleme şansını bulduğum Joe Lynn Turner gelir. Birlikte </span><span style="font-size: small; font-style: italic; font-weight: bold;">Slaves & Masters</span><span style="font-size: small;">’ı yaparlar. Bundan sonra artık ayarları kayar abilerin. 25. yıllarını kutlarlarken Turner’a yol görünür, Gillan geri gelir. Lakin savaş baltaları hiç gömülmemiştir ve bu kez Blackmore geri dönmemek üzere grubu terk eder. </span></div>
<div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,'Times New Roman',serif; text-align: justify;">
<span style="font-size: small;"><br />
</span></div>
<div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,'Times New Roman',serif; text-align: justify;">
<span style="font-size: small;">O gün bugündür sahnedeler ve dünyayı dolaşıyorlar. Dünya döndükçe ve ömürleri yettikçe turlamaya da devam edecek gibiler. </span></div>
Chat Noirhttp://www.blogger.com/profile/16760231214797423059noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2095221500310585726.post-36999034010274465252010-05-05T13:23:00.005+03:002010-08-27T17:54:25.237+03:00Filmlerin Yeme İçme Kültürü Üzerindeki Etkileri<div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif; text-align: justify;">Dondurma deyince aklıma geldi. Eskiden, Temmuz ayı gelmeden dondurma yememize izin vermezdi annelerimiz. Biz dondurmayı yaz güzelliği sanırdık. <i><b>"Golden Girls"</b></i> dizisi ile dondurmanın 4 mevsim 12 ay tüketilebilen ve sadece külâhta değil devasa kutularda da satılan bir şey olduğunu öğrendik. Öğrendik ama tecrübe etmemiz yıllarımızı aldı. </div><div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif; text-align: justify;"><br />
</div><div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif; text-align: justify;">Amerikan filmlerinde gördüğümüz kutu kolanın yurda giriş yılı ise yanılmıyorsam 1990 idi. O vakitler kola kutularının kenarları bombeli ve içerlek değil, bıçak gibi dümdüzdü. </div><div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif; text-align: justify;"><br />
</div><div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif; text-align: justify;">Biz fiskobirliğin caaaanım fındık ezmeleri ile büyümüştük. "<b><i>Webster"</i></b> ile <i><b>"Cosby Ailesi"</b></i> ile, tatsız tuzsuz ne idüğü belirsiz fıstık ezmesi ile tanıştık. İlk deneyimim ilk öpüşmemden berbattı. Dilim üst damağıma kaynamışdı. Sonra üstüne bal sürdük, reçel sürdük, sonra sade de güzel olduğunu fark edip, sınav öncesi, regl sırası, ayrılık sonrası kaşık kaşık yedik. </div><div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif; text-align: justify;"><br />
</div><div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif; text-align: justify;">Amerikan dizilerinin bir başka vazgeçilmezi çöpe geçirilmiş ateşte marshmellow kızartmasıydı. Geçen akşam Kendra izlerken gördüm lokum diye çevirmişler. Amerikan lokumu! Evet Kendra izliyorum, nolmuş? Go Kendra go Kendra. Ya gözü dönmüş kin kusan bir sapık dehşetinin ya da bir köpekbalığı saldırısının öncesinde gençler kırda bayırda, kumsalda toplaşır ince dal çubukların ucuna geçirdikleri marşmelovları evire çevire kızartıp, az sonra başlarına geleceklerden bihaber neşeyle yerlerdi. Uzun yıllar, bunun "ninemin doğumgününü hatırladım, ona bir sürpriz hazırladım. Dışı tatlı mı tatlı içinde kar gibi bir bulut saklı" bulmacasının cevabı ve bizim jelatinli 4lü paketlerde tükettiğimiz çokomel olduğunu bilmedik. En azından ben bilmiyordum. </div><div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif; text-align: justify;"><br />
</div><div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif; text-align: justify;">Fellini filmlerinden sonra bu memlekette bir kır düğünü yapma furyası başlamıştı. Böyle ahşap masalara beyaz keten örtüler serip, şarap içilen yemek sahnelerini, sanki çok yaparmışız gibi zeytinyağı reklamlarında görüyoruz şimdilerde. </div><div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif; text-align: justify;"><br />
</div><div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif; text-align: justify;">Woody Allen filmlerinin yemek sahneleri ise her zaman beni benden almıştır. Herkesin bir ağızdan konuştuğu yarı aydınlık restoranlarda ya da eski karı-koca/eski sevgili evlerinde, yenen uzun soluklu, bol içilip bol tartışılan bu sofraları imrenerek izlemişimdir hep. İnsanın hem yiyesi hem de dostlarla bir araya gelip konuşası gelir.</div><div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif; text-align: justify;"> </div><div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif; text-align: justify;">Araya bir tane de yerli katmadan edemedim. Tam olarak yerli de diyemeyiz aslında; hibrid diyelim. <b><i>"Gegen Die Wand"</i></b>da Sezen Aksu'nun "Yine mi Çiçek"i eşliğinde yapılan alışveriş sonrası hazırlanan biber dolmasının sofraya geldiği sahneyi izlediğinin ertesi gün kim dolma yapmadı ha? </div>Chat Noirhttp://www.blogger.com/profile/16760231214797423059noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2095221500310585726.post-51603434891171879572010-05-05T11:03:00.013+03:002010-08-27T17:54:54.385+03:00İngiliz Mutfağı<div style="color: #0c343d; text-align: justify;"><div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif;">İş yeriniz sağlı sollu kebapçıların sıralandığı bir caddenin, yine sağlı sollu market ve büfelerin sıralandığı bir başka caddeyle kesişim noktasındaysa, öğlen yemekleri için pek seçeneğiniz yok demektir. Kebap yemekten kuzulamaya başladığımı hissettiğimde ayaklarımı sürüye sürüye iş yerinin yemekhanesine giderim. Bizim aşçı daha önce İngiltere Parlamentosunda Lordlar Kamarası egzekütiv lancında şeflik yapmış olduğundan mütevellit, mönünün değişmeyen yemeği karnabahar ve patates çeşitlemeleridir. Şimdi burada yeri gelmişken içimi dökeyim. Bir mutfakları olmamasına rağmen yeme içme konusunda bir araba dolusu vecizeye sahip bir başka ulus var mıdır bilmiyorum. "eti tanrı, aşcıyı ise şeytan gönderir" diye bir atasözleri var örneğin. Mutfaklarının haline bakınca şeytanın adalılarla arasının iyi olmadığı belli oluyor. Zaten bu adamlar için yemek bir lüks, içmek ihtiyaçtır. </div><div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif;"><br />
</div><div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif;">İngiliz mutfağının-hadi mutfaktan saydık diyelim- üç artı bir ana malzemesi vardır. Bunlar: et, yumurta,patates ve karnabahardır. Et diyince akla hemen nane soslu kuzu pirzolası ve meşhur biftekleri gelir. Gerçi gammon steak midir nedir domuz pirzolasına da bayılırlar. Yumurta ile yaptıkları en ilginç yemek ise omlettir. Patates deyince durmak lazım gelir. </div><br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://4.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S-EjiD-088I/AAAAAAAAAHY/cbuZ1ewkcDM/s1600/curried-sweet-potato-shepherds-pie-de.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="200" src="http://4.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S-EjiD-088I/AAAAAAAAAHY/cbuZ1ewkcDM/s200/curried-sweet-potato-shepherds-pie-de.jpg" width="200" /></a></div><div style="color: #f9cb9c;"> <span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Zira nasıl ki, yağmura bile yağış şekline göre kırk farklı isim vermişlerse, fakir yiyeceği olarak bilinen patatesin de 35 farklı türü vardır bu memlekette. Bu bağlamda, İrlanda sorununun tarihsel köklerinde patatesi bulmak bile mümkün. Bizim hamsinin suyunu çıkarmamız gibi, pattisten onlarca çeşit yemek yapabiliyorlar. Hatta damıtıp arıtıp bira ve viski yapmışlıkları dahi var. En meşhuru tabii ki artık yemeklerden kalan et parçalarının pattis püresi ile harmanlanması ile ortaya çıkan shepherd's pie. </span></div></div><div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif; text-align: justify;"><br />
</div><div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif; text-align: justify;"><div>Yine de, istediğiniz kadar olmasa da ummadığınız kadar iyi yemek yiyebilirsiniz ingiltere'de. Türklerin, Yunanlıların, Hintlilerin, Çinlilerin ve Fransızların müteşebbüs ruhları sağolsun. Lakin bizim yemekhanede değil. Aşçı, Nuh'un ingiliz olduğuna kani olmuş bir kere. </div><div><br />
</div><div>Önümde pattis püreli etli bezelye, yanında karnabahar salatası olunca insanın canı bira istiyor. Ahçımız İngiliz hayranı olur da marketimiz Fransız olma mı? Eskiden kampüsün içinde küçük bir marketimiz vardı ve uçaklarda verilen şu küçük boy şarap ve biralardan satılırdı. Biz de şarap ya da bira artık hangisini canımız çekmişse marketten alır devasa kaave kupalarına doldurur, ya yemekhanede ya da ofiste çalışırken içerdik. Hey gidi gidi günler hey. Bira deyince de aklıma biraların kıralıçası Bass Ale geliyor. Kasalarca tüketirsin de ne miden kavrulur ne şişkinlik yapar. Yahu bu memlekette neden bir bira tekeli var. Efes ve Tuborg'dan gayrı gazsız güzellik neden yok. </div></div><div style="color: #f9cb9c; text-align: justify;"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://1.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S-EkAGo5KbI/AAAAAAAAAHg/-0WgqCGCgiI/s1600/calories-in-bass-ale-21142022.gif" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" src="http://1.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S-EkAGo5KbI/AAAAAAAAAHg/-0WgqCGCgiI/s320/calories-in-bass-ale-21142022.gif" /></a></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><br />
<div style="font-family: Georgia,"Times New Roman",serif;">İngiliz maltı, aromatik şerbetçiotu ve mineraller bakımından zengin suyla demlendirilen Bass'ın yanık kavruk bir aroması, kızılımsı sarı kehribar bir rengi vardır. Dolgun biradır. Boğazınızdan kayarken hafiften yakar geçer. İçimine doyum olmaz. </div></div></div><div style="color: #f9cb9c; text-align: justify;"><div style="font-family: Georgia,"Times New Roman",serif;"><br />
</div><div style="font-family: Georgia,"Times New Roman",serif;">1777 yılında William Bass ilk birahanesini Burton on Trent'te açtığında Bass Ale'in 200 yıllık bir geleneğe sahip olacağını düşünmemiştir herhalde. Napoleon'dan Buffalo Bill'e, Edgar Allen Poe'dan, Edouard Manet'e kadar edebiyat, siyaset ve sanatın en iyilerinin tercihi olmuş Bass. Reklamlarında kullanılan “reach for greatness” sloganı ile manzarayı tam yerine denk getirip koymuşlar yani. Derler ki, Napoleon’un Waterloo’dan sonraki ikinci hezimeti, Fransa’da bir Bass imalathanesi açma rüyasını gerçekleştirememesidir. Bu öyle bir biradır ki, Concorde’un ilk göklere salınışı merasiminde yaratıcı ekibi şampanyayı çok sıradan buldukları için, uçağı bir şişe Bass Ale ile kutsamıştır. </div><div style="font-family: Georgia,"Times New Roman",serif;"><br />
</div><div style="font-family: Georgia,"Times New Roman",serif;">Titanic’in ilk ve ne yazık ki son seferini şereflendiren bira olmuş aynı zamanda. Bass’ın 500 kasası Atlantik’in serin sularına gömülü yatıyor. Olur da birgün Atlantik’te seyrederseniz, geçtiğiniz yeri deniz diyerek geçme, tanı, düşün altında yatan 500 kasa bass’ı. Onlar şimdiye Petrus kıymetine erişmişlerdir. Adamların o kadar güzel bira reklamları olurdu ki, hepsi birer kısa film gibiydi. Neyse.... </div><div style="font-family: Georgia,"Times New Roman",serif;"><br />
</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><div style="font-family: Georgia,"Times New Roman",serif;">Şimdi ofiste yapabildiğim tek şey çaycının berbat mamullerini sütle içilebilir hale getirmek. Diyeceksiniz ki, caaanım çaya süt mü dökülür. Elbet dökülmez, zinhar! Lakin herif çay değil bulaşık suyu dağıtıyor. Tahmin edeceğiniz üzere bu iğrenç buluş da İngilizlere ait.</div><br />
</div></div><div style="color: #f9cb9c; text-align: justify;"><a href="http://2.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S-Ek7UDVXFI/AAAAAAAAAHo/RBYA8b1DLyA/s1600/warm_tea.jpeg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="224" src="http://2.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S-Ek7UDVXFI/AAAAAAAAAHo/RBYA8b1DLyA/s320/warm_tea.jpeg" width="320" /></a><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Çayın sorunu başlangıçta oldukça iyi bir içki olmasıydı. Dolayısıyla bir grup en ünlü britanyalı bilim adamı kafa kafaya verdiler ve onu berbat etmenin bir yolunu bulmak için biyolojik deneyler yaptılar. Britanya biliminin ebedi zaferinin sonucu olarak çalışmaları meyve verdi. </span><span style="font-family: Georgia,"Times New Roman",serif;">Çayı, sade ya da limonlu ya da rom ya da şekerle içmeyecekseniz, içine bir parça şekersiz soğuk süt dökersiniz arzulanan nesneyi elde edebilirsiniz. </span><br />
<div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://1.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S-EmgJjtXjI/AAAAAAAAAH4/By6D_pEiXWU/s1600/hongkongstyle_milk_tea.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="240" src="http://1.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S-EmgJjtXjI/AAAAAAAAAH4/By6D_pEiXWU/s320/hongkongstyle_milk_tea.jpg" width="320" /></a></div><div style="font-family: Georgia,"Times New Roman",serif;">Bir kez bu canlandırıcı, aromatik doğu içkisi, başarıyla renksiz ve tatsız bir gargara suyuna dönüştükten sonra, bir anda Büyük Britanya ve İrlanda'nın ulusal içkisi haline geliverdi. Hâlâ da çayın güzel adını elinde tutuyor, daha doğrusu gasp etmiş bulunuyorlar. </div><div style="font-family: Georgia,"Times New Roman",serif;"><br />
</div><div style="font-family: Georgia,"Times New Roman",serif;">Şimdi şöyle demli bir çay, yanına da dondurmalı kazandibi olsa da yesek.. </div></div>Chat Noirhttp://www.blogger.com/profile/16760231214797423059noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-2095221500310585726.post-18841186430935329002010-05-04T22:48:00.003+03:002010-08-27T17:55:23.557+03:00Ejder Kapanı ile Fare Yakalamak<div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif; text-align: justify;">Nerden başlasam, nasıl anlatsam bilemiyorum. En iyisi bodoslama dalayım. Dün gece Uğur Yücel filmleri iyi olur önyargımı Ejder Kapanı'na kurban ettim. Sincity, Seven ve bilumum CSI'lar amalgamı bir film. Fragmanına yandığım yaktı beni. Filmin en iyi tarafı -ki bir önyargım daha yerlebir oldu- Kenan İmirzalıoğlu. Adam oynadığı başkomser rolünde son derece inandırıcıydı. Ezel gibi tırt bir karakterden Cello gibi karizma bir abiye dönüşmeyi başarmış. Buna karşılık Uğur Yücel giderek, Bob de Niro'nun kariyerinin son çeyreğinde tercih ettiği olur olmaz her filmde görünen bazen tırt, bazen kallavi karizmatik yancı adamı oynamaya başladı. Korkusuz, gün görmüş geçirmiş, inci danesi laflar eden, bazen iyi bazen kötü ama içinde kötü bile olsa insani bir yan olan "baba" adam tiplemesi. Hırsız Polis'teki aksak, diğer polisiye dizilerdeki (namely karanlıkta koşanlar, alacakaranlık -ki çok iyi dizilerdi-) karakterlerinden farkı yoktu. Çok başarılı ve kendini kanıtlamış yılların oyuncusu olmakla birlikte bana kalırsa Uğur Yücel de tıpkı de Niro gibi artık hep kendisini oynuyor. <br />
<br />
Ceyda Düvenci kötüydü, Uğur Yücel'in sevgilisi pavyon şarkıcısı olarak. Berrak Tüzünataç, kıro stajer rolünde değerlendirme dışı kaldı. Oyunculuk diye bir şey olmadığı için şahsına ait bir eleştirim olmayacak. Lakin emniyette stajer polis diye bir kavram varmış onu öğrendik. Stajerin ne demek olduğundan bihaber senaristler her boku bildiklerini düşündüklerinden olsa gerek-her şeyi bildiğini düşünenin aklına yanılmış olabileceği gelmiyor haliyle) bir bilene danışmış olsalardı stajer ile aday memur, bürokrat ile politikacı arasındaki farkı, 657 sayılı kanuna göre memurların kıyafet sınırlamalarını öğrenmiş olurlardı. Evet sivil polislerde kıyafet serbestisi vardır da o serbestlik görevdeyken geçerlidir, masa başında otururken değil. Stajer kız Berrak göbeğini gösterir beyaz atleti ve kot pantalonu ile nerenin stajeri idi ben merak ettim. CSI New York ve muadillerinde bile kadınlar haftasonu pikniğine gider gibi giyinmiyor yahu. Ayrıca polisin stajeri olmaz kardeşim. Devlette stajer demek daha okul diploması görmemiş veletlerin 20 gün ile 1 ay arasında esasa değil şekle müteallik çalıştırılmasıdır. Yani çocuğun eline çeviri verirsin, fotokopi işi verirsin, rakamsal bir takım işleri yapmasını isteyebilirsin, işin aslına ilişkin hiç bir şey stajerin eline verilmez. Resmi evrak gösterilmez. Benim bildiğim bir avukat bir de hekim adayları bu kapsamın dışındadır. Hukuk mezunları avukatlık stajı yaparlar, tıp öğrencileri de son senelerinde "intern" olurlar. Herkesten gizlenen bilgiyi stajer biliyor ama Müdür Yardımcısı Uğur Yücel, Başkomser Kenan'a söylemiyor! <br />
<br />
Filmin bir sahnesinde bir müsteşarın ağzından, "bu benim ve partimin sonu olur. Bu olayı derhal örtbas edeceksiniz" diyor. Bürokrat hükümetin adamı değildir, siyasetçi değildir. Bürokrat devlet için çalışan bir devlet memurudur. Hiç bir yüksek bürokratın ağzından alenen benim partim lafını duyamazsınız. Hangi müsteşar- Adalet Bakanlığı Müsteşarı mı, İçişleri Bakanlığı Müsteşarı mı belli değil filmde. İstanbul Emniyet Müdürü'nü ayağına çağırıp azarlayan bir müsteşar ben düşünemiyorum. <br />
<br />
Kör gözüm parmağına şeklinde daha ne hatalar var. Ceset adli tıpta. Adli tıp uzmanının yaptığı açıklamaları 7 yaşında bir çocuk da yapabilir. "Hımmm bu yaralar parçalanmış, demek ki kama gibi bir şeyle yapılmış". Yok ya, sahi mi söylüyorsun. Ayrıca herif lab.'a gönderdim sonuçları bekliyorum diyor, bir yandan da cesetten bir parça alıp tüpe koyup asistanına veriyor. Bu ne şimdi? Hani göndermiştin örnekleri. "Bu böyle yapılıyor bakın bu da daha önceden yapılmışı." Seyirciyi aydınlatmak için uygulamalı gösteriyor adam, ben de çok fesatım yahu. <br />
<br />
Amerikan polisiyelerininin vazgeçemediği klişelerden birisi de katilin özellikle seri katilin metodolojik olmasıdır. Cinayetler tıpkıbasımdır. Bazen kullandığı alet, bazen cinayet şekli, bazen, maktul profilleri, bazen de cinayetlerin işlendiği yerler bizi katile götürür. Onlar yapar da biz yapamaz mıyız. Şimdi efendim filmin sonuna doğru amirim komiserim kurbanların vesikalıklarını, istanbul haritası üzerinde öldürüldükleri mahallere raptiyeliyor. O da ne? ortaya bir şekil çıkıyor. Kurbanları öldürürken kullanılan zehir iguanaya benzeyen ve günaydoğu bölgesinde sarı ejder diye bilinen bir hayvana ait ve vesikallıkların bulunduğu noktaları kalemle birleştirince ortaya bu resim çıkıyor. İyi de ulan, katil adamları kendi yaşadıkları evlerinde ya da çalıştıkları yerlerde öldürüyor. Kendisi seçmiyor ki cinayet mekanını da böyle alicengiz oyunları yapıp ardından damgasını bıraksın. O zaman allahın işi. İlahi bir kuvvet bu şekli verdirterek bize katili işaret ediyor. Tevekelli değil sonunda komiserim amirim sabah namazını Sultan Ahmet'te eda ediyor. <br />
<br />
Nejat İşler'e yazık olmuş. Yem olarak başa konmuş. Kişisel geçmişi, katil olmaya çok müsait. Bunu gözümüze sokuyorlar. Biz de diyeceğiz hah lan katil bu olmalı. İyi de filmin sonuna kadar kimsenin aklına daha doğrusu Nejat'ı tanıyan Kenan'ın aklına bu gelmiyor. Sonunda baklayı ağzından çıkarıyor. Çıkarması ile birlikte de gerçek katilin kim olduğuna dair bilgiyi ele vermiş oluyorlar. Çünkü bunu çok amatörce ve salakça yapıyor senaryo. Oysaki kuşkuyu Nejat'ın üzerinde yoğunlaştırıp seyirciyi de buna inandırıp sürpriz son yapabilirlerdi. Baştan Nejat'ın hikayesini vererek, kafadan onun katil olacağına inanmamız bekleniyor. Ne yani şimdi benim anamı içkili bir şoför öldürdü diye, içkili araba kullananları haklayan bir katil çıksa ortaya ben zan altında mı kalacam. <br />
<br />
Filmde cesetler çok başarılıydı. Çok iyi ceset olmuşlardı haklarını yemek istemem. Ha bu arada üst katta oturan adli muhabir ne ayak abicim ya. Öldürürken adamları kameraya alma işlemini sen beceremiyor musun? Bu iş için adam kaçırmanın manası ne? Ayrıca neden kendini ele vermek istiyorsun? Sen bir eşitleyicisin, adalet sağlayıcısısın, halk kahramanı oldun. Bak Dexter'e kendini ele vermek gibi bir niyeti var mı? Adam kendince süper bir yargı infaz modellemesi yapmış, tıkır tıkır işletiyor. <br />
<br />
Ayrıca, ne o kırmızı pointerlı sniperlar. Emniyet kendi adamını kurda teslim eder mi? Hem o dışarda bekleyen medya ordusu ne oluyor? Film setini karıştırdılar galiba. John Travolta ile Dustin Hoffman'ın oynadığı Mad City seti değil bu. <br />
<br />
Film ikinci yarıda hepten sıçıyor. Diyaloglar da battıkça batıyor. Yine de izlerim derseniz, gidin alın belanızı bulun. <br />
<br />
Aha bu da konusu: <br />
İstanbul'da, kurbanların hepsinin aftan yararlanıp çıkan sübyancılar olduğu bir cinayetler zinciri başlar. Bunun hemen öncesinde, Güneydoğu'da askerliğini yapan Ensar'ın (Nejat İşler) 12 yaşındaki kız kardeşine tecavüz edilir. Sonrasında Ensar ortadan kaybolur. Cinayetler ortaya çıkınca şüpheler Ensar üzerine yoğunlaşır. Cinayet masasından müdür yardımcısı Abbas (Uğur Yücel) ve başkomiser 'Akrep' Celal (İmirzalıoğlu), soruşturmayı üstlenir. Katil çok zeki ve hızlı hareket etmektedir. Üstelik halk, suçluları cezalandırdığı için katili desteklemektedir. </div>Chat Noirhttp://www.blogger.com/profile/16760231214797423059noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2095221500310585726.post-9305874711015611242010-05-04T19:14:00.006+03:002010-07-06T11:43:20.732+03:00Pi'nin Yaşamı<div align="justify" style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif;">Birkaç sene önce patronlarım beni Japonya'ya ekonomi politikası gibi baba bir adı olan kursa gönderdiler. Ben de hiç ikiletmeden gittim. Nereye baksan kargacık burgacık hiç bir anlam ifade etmeyen, çağrışım yaptırmayan yazılar. Tabela okuyamıyorsun, gazete okuyamıyorsun, tv izleyemiyorsun. Üstelik nerdeyse hiç kimse İngilizce bilmiyor. Bir süre sonra kendini bir uzaylı gibi hissediyorsun. İşte bu noktada da Japonlarla kaynaşıyorsun, zira Japonlar da kendilerini uzaydan geldiğine inanıyor. Her neyse Japon halkı ve kültürü ile kaynaşmam ayrı bir mevzuu. Bir gün yine anlamaz anlamaz sokaklarda yürürken, devasa bir kitapçı görüp daldım içeri. O da ne, İngilizce bölümü var. Kitapları incelerken, her ne kadar gözüm japon seks sanatı adlı kitaba kaysa da, bunların ölçüleri bizimkini tutmaz diyerek, hemen yanında duran, kapağında derin bir maviliğin ortasında incecik bir kayık ve turuncu renkli bir kaplan resmi olan kitap ilgimi çekti. Bizde kitap kapağına ne yazık ki çok önem verilmiyor. Oysa kendini seçtiren, eğer ki bilmediğiniz bir yazar ise, kapağıdır. Nihayet anlayabileceğim bir şeyler okuyacağımın verdiği heyecan ile kitabı aldım ve yurda döner dönmez okumaya başladım. Kitap daha sonra ülkemizde de, İnkîlap yayınları tarafıdan basıldı. Kitabı o kadar çok sevdim ki, bizdeki basımını da aldım. Kitaba gelince...</div><div align="justify" style="color: #f9cb9c; font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><br />
</div><div align="justify" style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif;">Tam adıyla Piscine Molitor Patel’in olağanüstü hikayesi <img align="right" border="2" height="433" hspace="2" src="http://www.tahinpekmez.org/uploads/images/frackman%20revolutions/pi.jpg" style="height: 433px; width: 270px;" vspace="2" width="270" />anlatılır kitapta. Zor telaffuz edilir ya da ota boka çağrışır ismi olanların pek iyi bileceği üzere, Piscine de okulda <i>“<span style="background-color: white;">pissing</span>”</i> diye çağrılarak madara edilmeye çalışılmaktadır. O da ısrarla adının “Pi” olduğunu söyler. Aslında adı Fransa’daki bir yüzme havuzundan gelmektedir. Her neyse isminin ne olduğunun bir önemi yok. Adıyla ilgili yaşadığı zorluklar yaşayacaklarının yanından bir hiç kalıyor. </div><div align="justify" style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif;"><br />
Pi Patel, bir zamanlar Fransa’ya ait olan Hindistan’ın güney bölgesinde yer alan <i>Pondicherry</i> adında bir yerde yaşar. Babası hayvanat bahçesi müdürü olduğu için de bütün çocukluğu hayvanlar arasında geçmiştir. Kitabın ilk bölümünde Pi’nin çocukluğu, hayvanlar hakkında bilgi edinmesi ve aile ilişkileri anlatılır. Hayvanların ihtiyaçları, onların nasıl kontrol altında tutulacağı, nasıl sakinleştirilecekleri, rutinleri bozulduğunda nasıl huzursuzlandıkları gibi konularda, insani özellikleri hayvanlara yakıştırarak (antropomorfizm) okuru bir nevi eğitir. </div><div align="justify" style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif;"><br />
Pi, ergenlik çağına adım attığı yıllarda “tanrı arayışı”na girer. Ailesi dindar değildir. Pi doğal olarak hindu olmakla birlikte hristiyanlık ve islam’a da ilgi duyar ve her üç dinin de sadık bir izleyicisi olur. Kitabın en eğlenceli ve felsefi bölümlerinden biri, imam, rahip ve pandit’in bu durumu çaktıkları ve Pi’nin hangi dini seçmesi gerektiğini söyledikleri bölüm. Birbirinin inancını küçümseyen bu kindar din adamları, Pi’nin “ben sadece tanrıyı sevmeye çalışıyorum” açıklamasıyla ağızlarının payını alırlar. Kardeşiyle dalga geçen Ravi’nin önerisi de pek yabana atılır gibi değildir: `At the rate you're going, if you go to temple on Thursday, mosque on Friday, synagogue on Saturday and church on Sunday, you only need to convert to three more religions to be on holiday for the rest of your life.`(bu hızla, perşembeleri tapınağa, cumaları camiye, cumartesileri sinagoğa, pazarları kiliseye gidersen, hayatının geri kalanını tatilde geçirmen için geriye sadece 3 din kalıyor mealinde bir şey işte bu da.)</div><div align="justify" style="color: #f9cb9c; font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><br />
<div style="font-family: Georgia,"Times New Roman",serif;">Kitabın ilk bölümü Pi ve ailesinin hayvanat bahçesini kapatıp, hayvanların birçoğunu başka hayvanat bahçelerine göndererek kanada’ya gitmek üzere bir japon kargo gemisine binmeleriyle biter. Pi artık 16 yaşındadır ve yeni bir hayatın arifesindedir. Ne yazık ki, yeni hayatı umut ettiği gibi başlamaz; ikinci bölümün ilk cümlesinde dediği gibi gemi batar. </div></div><div align="justify" style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif;"><br />
</div><div align="justify" style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif;"><img align="left" border="2" height="270" hspace="2" src="http://www.tahinpekmez.org/uploads/images/frackman%20revolutions/pi2.jpg" style="height: 189px; width: 280px;" vspace="2" width="400" />Pi, bir zebra, bir sırtlan, bir orangutan ve bir bengal kaplanı ile birlikte kendini bir filikada bulur. Kitabın bundan sonrası, yiyecek zincirinin halkalarının tek tek nasıl yok olduğunu ve son iki halka olarak ayakta kalan Pi ve Richard Parker adındaki kaplanın 227 günlük deniz macerasını, çocuğun duygusal ve fiziksel tükenişini anlatır.</div><div align="justify" style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif;"><br />
Başlangıçtan itibaren Pi’nin bir şekilde yaşayacağını bilseniz de, (anlatıcının kendisi olmasından dolayı) bunun nasıl olacağını merak ediyorsunuz. Free Willy, Fury, Flipper’da olduğu gibi hayvanlara insani duygular yüklemeden bir kaplanı sevimli bir kediciğe dönüştürmeden son derece gerçekçi bir kaplan ile duygusal ve fiziksel tükenişi yaşayan bir çocuğun yaşam mücadelesinin ilgi çekici ve hüzünlü hikayesi yalın bir dille anlatılıyor. her ne kadar tatlı tatlı okunsa da, safdilliğin böylesi karşısında “hadi canım bu kadar da olmaz” denilen zurnanın zırt dediği yerde yazar hikayenin gerçekliği konusunda okuru şüpheye düşürüyor. </div><div align="justify" style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif;"><br />
</div><div align="justify" style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif;">Ufak tefek aksamalar olsa da, okurun inancını zorlayan, ustalıkla yazılmış, zevkle okunan muhteşem bir öykü, okunması gereken bir kitap.</div>Chat Noirhttp://www.blogger.com/profile/16760231214797423059noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2095221500310585726.post-70474164537563761862010-05-03T18:33:00.005+03:002010-08-27T17:56:11.113+03:00La Historia Oficial-Resmi Tarih<div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif; text-align: justify;"><i><b>"La Historia Oficial"</b></i> (Resmi Tarih)1985 yapımı bir Arjantin filmi. Yönetmeni <i><b>L</b><b>uis Puenzo</b></i>'nun ki, o zamanlar henüz 39 yaşındadır, ilk uzun metraj tecrübesidir. Film sadece iyi bir film değil. <b><i>"Z"</i></b> ve <b><i>"Missing"</i></b> ile birlikte politik sinemanın en iyi örneklerinden sayılıyor. Konusu her ne kadar 1980 başlarında Arjantin'de geçiyor olsa da, temel insan ve insanca yaşama hakları zaman zaman ellerinden alınan, demokrasisi askeri darbelerle kesintiye uğrayan bütün toplumların ortak yarasını deşeliyor.</div><div style="color: #0c343d; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif; text-align: justify;"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; color: #0c343d; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif; text-align: center;"><a href="http://3.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S97rvclRt2I/AAAAAAAAAE8/YnikyGjLq5A/s1600/Madres-de-la-plaza-de-mayo.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="http://3.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S97rvclRt2I/AAAAAAAAAE8/YnikyGjLq5A/s320/Madres-de-la-plaza-de-mayo.JPG" /></a></div><div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif; text-align: justify;">Siyasi tarihi bizimki ile örtüşen, sözde demokratik geleneği istikrârlı bir biçimde sol karşıtı askeri darbelerle zedelenen Arjantin'de, <i><b>"Kirli Savaş"</b></i> olarak adlandırılan cunta dönemi idaresi sırasıda 30 bin kişi ortadan kaybolur. Binlerce insan işkence görür. Gözaltına alınan ve öldürülen insanların çocukları ve bebeklerine el konur; askerler ya da rejim yanlısı ailelere evlatlık olarak verilirler. Bu kayıp çocukların bulunması için, Buenos Aires'in <i><b>"Plaza del Mayo" </b></i>meydanında gösteri yapan kadınlar, Mayıs Meydanı Anneleri olarak bilinirler (bizdeki muadili de Cumartesi Anneleri). Başlarına taktıkları beyaz eşarpları, bugün artık bir dernek olan <i><b>"Madres de la Plaza del Mayo"</b></i>nun simgesi haline gelmiştir.</div><div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif; text-align: justify;">1976 yılındaki darbeyi yapan <b><i>General Jorge Rafael Videla</i></b>, 1973'deki serbest seçimlerden sonra devlet başkanı olan Isabel Peron tarafından Genel Kurmay Başkanı olarak atanır. Ama işte huylu huyundan vazgeçmiyor. Peronist direnişi yeniden canlandırmaya çalışan sol örgütler, gerilla grupları, sendikalar ve bunlara destek veren herkese karşı açık bir insan avı başlar. Ne acıdır ki Peron kendi eliyle, kendi fikirlerini destekleyen insanları yok saydığına dair bir karara imza atar.</div><div class="separator" style="clear: both; color: #0c343d; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif; text-align: center;"><a href="http://3.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S97r7cMN_tI/AAAAAAAAAFE/ZkG7-PGicwQ/s1600/Jrvidela.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" src="http://3.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S97r7cMN_tI/AAAAAAAAAFE/ZkG7-PGicwQ/s320/Jrvidela.jpg" /></a></div><div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif; text-align: justify;">24 Mart 1976'da ordunun yönetime el koymasıyla Isabel Peron devlet başkanlığından uzaklaştırılır. Videla (kan kardeşi Orgeneral Kenan Evren oluyor), ekürüsü General Orlando Ramon Agosti (Türkçe meali orgeneral Nurettin Ersin) ve Amiral Emilio Massera'yla (Türkçe meali oramiral Nejat Tümer) birlikte oluşturduğu üç kişilik bir askeri cuntanın başı olarak devlet başkanlığını üstlenir. Ülkede düzen yeniden kurulduktan sonra sivil yönetime geçileceğini açıklar. Ulusal Kongre'nin çalışmalarını durdurur ve yasama yetkilerini dokuz kişiden oluşan bir askeri komisyona devreder (yine dilimizdeki meali Milli Güvenlik Konseyi). Mahkemelerin, siyasi partilerin ve sendikaların çalışmaları durdurulur; bütün önemli görevlere subaylar atanır. Videla, bundan sonra ekonominin canlanması amacıyla Peronizm'in düzenlemelerine son vererek serbest pazar ekonomisini güçlendiren önlemler alır. Videla, gazeteci ve öğretim görevlisi gibi aydınlara yönelik tutuklamaları sürdürür. 1981'de görevden çekilerek yerini General Roberto Viola'ya bırakır.<br />
<br />
1983'te sivil yönetime geçilmesinin ardından Videla ve Massera cinayet suçundan yargılanarak 1985'te ömür boyu hapis cezasına mahkum edildilerse de, 1990'da Carlos Menem tarafından çıkarılan afla serbest bırakılırlar. 1998'de, Videla iktidarı sırasında gözaltında kaybolanlar nedeniyle yeniden suçlu bulunur ve 28 gün hapiste kaldıktan sonra sağlık gerekçeleriyle cezası ev hapsine çevrilir. Az da olsa adalet bir şekilde tecelli etmiş elin Arjantininde.</div><div class="separator" style="clear: both; color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif; text-align: center;"><a href="http://3.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S97sKvCQ4FI/AAAAAAAAAFM/XbMFyyaa6mI/s1600/official+history.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="320" src="http://3.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S97sKvCQ4FI/AAAAAAAAAFM/XbMFyyaa6mI/s320/official+history.jpg" width="320" /></a></div><div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif; text-align: justify;">Film "Kirli Savaş"ın hüküm sürdüğü yılları anlatır. Orta sınıf çekirdek bir burjuva ailesi, korunaklı, imrenilecek yuvalarında dışardaki gerçeklikle hiç alâkası olmayan toz pembe bir hayat sürmektedirler. İşbitirici/işbirlikçi işleri tıkırında giden, iyi giyinen, ailesiyle ilgili, muhafazakâr, düzen yanlısı ve doğal olarak solculara karşı bir koca (Roberto), kocasının ve kocanın inandığı ve sürmesini desteklediği düzenin penceresinden dünyayı gören -ironik bir biçimde tarih öğretmeni olan- kısır bir kadın (Alicia) ve belki de işkencede, göz altında öldürülen, kayıp ilan edilmiş siyasilerden birinini çocuğu olması pek muhtemel evlat edinilmiş bir kız çocuğu (Gaby).<br />
<br />
Bir gün sokağın sesi, sokaktan yükselen isyan bu mutlu ailenin temellerini sarsmaya başlar. Alicia'nın şüpheleri, uyanışı, gerçeği arama inadı ailenin sonunun başlangıcı olur. Alicia da nüfun sesszi çoğunluğu gibi öldürülenler, tutuklananlar ve gözaltında kaybolanların sayısı hakkında bir şey bilmemektedir. Ya da bilmemeyi tercih etmektedir.</div><div class="separator" style="clear: both; color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif; text-align: center;"><a href="http://2.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S97sZK9NqxI/AAAAAAAAAFU/_13M7bydjFo/s1600/la+historia+official.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" src="http://2.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S97sZK9NqxI/AAAAAAAAAFU/_13M7bydjFo/s320/la+historia+official.jpg" /></a></div><div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif; text-align: justify;">İlk uyanışı, öğrencileri sayesinde olur. Fakir fukara semtlerinden gelen ve aileleri darbenin çemberinden geçmiş çocuklar kitaplarda okutulan "resmi tarih"e isyan ederler. Avrupa'da uzun yıllar sürgünde yaşadıktan sonra ülkesine dönen arkadaşı ile yapmış olduğu konuşmalar da, Alicia'nın ülkesinde olup bitenler hakkında düşünmesine neden olur. Gerçeği arayış, belki de kızının gerçek kimliğini de ortaya çıkaracaktır.<br />
<br />
Film oyunculuğundan, senaryosuna, yönetimine kadar bence mükemmel. Gösterişli sahneler yok, klişe, beylik laflar yok. Sakin sakin başlar, huzursuzluğun dozu giderek artar ve gerçeğin dehşeti usulca gözler önüne serilir.<br />
<br />
Ben filmi 21 sene önce izledim. Yüzbinlerce hayata mal olmuş, bir o kadarının hayatını karartmış 3 darbe görmüş bir ülke olarak, neden biz yaşadıklarımızı böyle ustalıkla, kolayına kaçmadan, basitleştirmeden anlatacak bir yönetmen yetiştirememişiz, o karı kocanın rollerinin altından kalkacak, rol paralamayan oyunculara sahip olamamışız, neden çatısı sağlam çatılmış güçlü senaryolar yazacak adamlar çıkaramamışız diye düşünmüştüm izlerken.<br />
<br />
1980 darbesi sonrasında kurulan askeri yönetim sırasında- ki daha sonra sivil hayata geçilse de tutuklamalar, fişlemeler ve işkenceler devam etmiştir- 650 bin kişi gözaltına alındı, 2 milyona yakın insan fişlendi, 30 bin kişi 1402'lik olup işten atıldı, işkenceden öldüğü belgelenen kişilerin sayısı 171, arabadan yuvarlanan, pencereden itilenlerin sayısını bilmiyoruz. 23 bin dernek kapatıldı. Yüzlerce gazeteci hüküm giydi, saldırıya uğradı, içlerinde öldürülenler oldu. Yüzlerce insan cezaevlerinde hayatını kaybetti. Yapılanların haddi hesabı yok. Hiç kimse bunun faşist bir darbe ve içinde sol geçen her şeyi yok etmeye yönelik olduğu gerçeğini inkâr edemez. Ne acıdır ki, Rıza Pehlevi'den yaka silkip Humeyni'ye sarılan, sonradan kafalarını taşa vuran İran halkı gibi, bizler de askerin gelmesini sevinçle karşıladık. İnsanların can güvenliği yoktu, her akşam pencere önünde bekleşilir, çocuk/koca yolun başında görününce tutulmuş nefesler bırakılırdı. Makinalı sesleri bölerdi uykularımızı. Darbe oldu, sokakta ses kesildi. Herkes bir oh çekti. Hayatlarına devam edebileceklerini sandılar. Sıradan, kendi işinde gücünde olan insanlara neden dokunsunlardı. <br />
<br />
Bu kez terör rüzgarı devlet eliyle esti. Örgüt üyesi oldukları için tutuklananları, işkence görenleri, öldürülenleri ve idam edilenleri zatı muhteremin dediği gibi asmayıp da besleyecek miydik. Ama darbenin eli sıradan insanların hayatına da müdahale edince insanlar düşünmeye başladı. İş yerinde kendisine gıcık olan bir meslekdaşı komünisttir diye jurnalleyince mühendisliğinden, öğretmenliğinden, müfettişliğinden, doktorluğundan olan binlerce baba inşaatlarda çimento torbası taşıdı, karanfil sokakta atkı eldiven, ıvır zıvır süs eşyaları sattı. Kahrından kederinden hastalanıp ölenler oldu. Bu adamların kadınları da işten atıldılar. Sırf, Cumhuriyet Gazetesi taşıdığı için dolmuştan indirilip gözaltında tutulanlar oldu.<br />
<br />
78'lilerin, 68'liler gibi kahramanları olmadı. Onlara sadece askeri şiddet değil, entellektüel şiddet de uygulandı. Hatta öyle şeyler oldu ki, yıllar sonra bazı "solcu" yazarlar çıkıp, 68'lileri naif bulduklarını, 78'lilerin ise hiç de şık olmadığını beyan ettiler. Açıkca sığ dediler canım (çünkü hangi şarap hangi yemekle gider bilmiyorlardı). O tipler de, ya çok satan yazar, ya 14 numara yönetmen ya da kristal elmalı reklamcılar oldular. Ama bir allahın kulu çıkıp o yıllarda neler olup bittiğini anlatan derli toplu bir film çekmedi.</div><div class="separator" style="clear: both; color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif; text-align: center;"><a href="http://1.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S97soKDoLZI/AAAAAAAAAFc/2o1kSUTORcE/s1600/bukalpseniunuturmu.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="257" src="http://1.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S97soKDoLZI/AAAAAAAAAFc/2o1kSUTORcE/s400/bukalpseniunuturmu.jpg" width="400" /></a></div><div style="color: #f9cb9c; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif; text-align: justify;">Derken yıllar sonra <b><i>"Bu Kalp Seni Unutur mu"</i></b> adlı bir dizi çıktı. Eli yüzü düzgün başladı. Dönem filmi çekmek ille de araba modellerini, kıyafetleri, mobilyaları tutturmak mıdır? Başarısı bununla mı ölçülür? Anlattıkları yılların hatrına, çakma Meg Ryanlı yeteneksiz oyuncularını bile sineye çektik. İlle de Turgut Özal'a, Mesut Yılmaz'a benzeyen adamları bulup oynatınca mı gerçeğe yaklaşılmış oluyor. Cüneyt Arcayürek'in Ku-De-Ta" kitabında hayali bir adada yapılan darbe anlatılır ama bal gibi 80 darbesidir anlatılan.<br />
<br />
Benzer oyuncuların ya da gerçek kişilere benzetilmeye çalışılan oyuncuların kullanılması, resimli tarih dersine çeviriyor diziyi. Bir zamanlar Erol Keskin'İn sunduğu bir drama-tarih programı vardı televizyonda. Erol Keskin, "Lord Curzon ile İsmet Paşa Lozan'da karşı karşıya geldiklerinde..." diye başladığında, İsmet paşa rolünde rahmetli Savaş Dinçel masa başında Lord Curzon'u canlandıran oyuncu ile konuşurken, sesler duyulmaz olur, sahneyi yine Erol Keskin alırdı.<br />
<br />
Dizinin sanatsal derinliği bu tarih programını geçememiş görünüyor. Ayrıca sağ kesimin gariban, soğan domates yiyen; sol düşünceli insanların da zengin zebildek, masalarından şarap eksilmeyen kişiler olarak betimlenmesi, dizide reklamcılığa devrimcilikten yatay geçiş yapan(lümpen)ların solcu gibi gösterilmesi, bu arada yalancıktan "kürtlere de yazık oldu" gazı verilmesi, o insanların yapmaya çalıştıklarının karikatürize edilerek; türkü dinleyen, iştahlansa da kadına bacı diyen, pos bıyıklı tiplemelerin yaratılması 78'lilere yapılan bir ayıp, o yıllarda o acıları çeken ve çekenlere tanıklık edenlerin anılarına ihanettir.<br />
<br />
Bizzat sofrasında kuş sütü eksik olmayan, sayfiye evlerinde oynaşan güya aydın kesimler, selimler, yalçınlar tarafından o kaba saba kavruk bulunan gençler yerden yere vuruldu. Onları karalamak lekelemek için verilen çabanın onda biri darbeyi yapan yönetimle hesaplaşmak için harcanmadı. İşte bu dizide harcanmadığının en güzel ispatı. Hele son bölümlerinde hepten aşk meşk işlerine daldırdılar senaryoyu. E tabii, kendi foyalarını kendi elleriyle ortaya çıkaracak değiller. İnsanın hem kendi geçmişi ile hem de tarihi ile yüzleşmesi ... ister. Bi de rayting getirmiyor naaparsın. </div>Chat Noirhttp://www.blogger.com/profile/16760231214797423059noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2095221500310585726.post-56545766881384514042010-05-03T13:06:00.004+03:002011-02-23T11:38:52.152+02:00The Chariots of Fire - Ateş Arabaları<div style="color: #f1c232; font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Aileden bir büyüğün refakâti olmadan gittiğim ilk film. Yok, ilki "Şampiyon" idi . Bir vakitler bir <b>Akün Sineması</b> vardı, bir de <b>Arı Sineması</b>. Şimdi ilki Devlet Tiyatrolarının sahnesi oldu, ikincisi TRT tarafından ilhâk edildi. Ha, bir de Batı Sineması vardı Bakanlıklar'da ki, onu da devirdiler. Orada da <b>"Moonwalker"</b>ı izlemiştim. Babam sinemanın tahliye yolunu beğenmediği için Batı'ya gitmem yasaktı. Brave Heart'ın Ankara'daki gösterimi burada yapılmıştı. Zaten sonradan adı breyvhart sineması kaldı, zîra film bir sene boyunca hiç inmedi. Hatta derler ki breyvhart kendi kendine oynarmış hâlâ. Esnaf akşamları dükkanı kaparken birinin firidıııııııım diye bağırdığını duyduklarını söyler. Neyse işte, hepi topu 3 sinema salonu vardı ve filmler öyle şimdiki gibi haftada bir değişmezdi. Tek salon tek kopya olduğu için en az bir ay gösterimde kalırdı. Bak şimdi aklıma takıldı. Yıllar öncesinin çok gişe yapmış filmleriyle, şimdinin gişe rekortmenlerini kıyaslayıp, tüm zamanların en çok izlenen en çok hasılat yapan filmi etiketini yapıştırıveriyorlar. Bu nasıl matematiktir. Eskiden tek salonda tek kopya gösterilirken, şimdi onlarca sinemada onlarca salonda onlarca kopya gösteriliyor. Girizgâh başka bir yazının konusu olmaya dönüşmeden ben sadede geleyim. </div><div style="color: #f1c232; font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"></div><div style="color: #f1c232; font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Bu anlı şanlı devasa salonların aksine küçük bir sinema salonu açıldı Maltepe'de. Evet yani sadece pavyonları ile ünlü değildir bu semtimiz. Eti Sanat Merkezi idi adı ve Ankara'nın entel tayfasının vazgeçilmez mekanı oldu bir süre sonra. "<b>Narayama'nın Türküsü"</b>, <b>"Ayı"</b>, <b>"Fanny And Alexander"</b>, <b>"An Officer and a Gentleman"</b>, <b>"Victor/Victoria"</b> bu küçük salonda oynadı. Sadece sezonluk filmleri göstermekle kalmaz, bir de yönetmen haftaları düzenler, artık sinema klasikleri arasına girmiş filmleri de getirerek benim gibi sinema hastalarının içini serinletirdi. Böyle seçme filmler getiren sahibine şükranlarımı sunuyorum. Yıllarca gideceğim bu salonda izlediğim ilk film ise <b>"The Chariots of Fire"</b> idi. Eric von bilmemkimin üfürükten Tanrıların Arabaları ile karıştırmayınız.</div><div style="color: #f1c232; font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"></div><div class="separator" style="clear: both; color: #f1c232; text-align: center;"><a href="http://4.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S96e709c6rI/AAAAAAAAAEk/vdMiVShBur4/s1600/chariotsoffire+afis.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="http://4.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S96e709c6rI/AAAAAAAAAEk/vdMiVShBur4/s320/chariotsoffire+afis.jpg" /></a></div><div style="color: #f1c232; font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">1981 yapımı, senaryosunu Colin Welland'ın yazdığı, Hugh Hudson'ın yönettiği ve en iyi müzik, en iyi senaryo ve en iyi film dallarında Oscar alan bu filme büyüklüğünü, basit, sıradan bir konuyu ele alarak, insan zaafları, ilkeleri, inançları, güçlü yanları, zayıflıkları; kısaca doğası hakkında çarpıcı açıklamalarda bulunması kazandırıyor. Film, İskoçya'nın küçük bir sahil kasabası olan St . Andrews'ın kumsalında antreman yapan atletler ile açılır. "Kwai Köprüsü" gibi insanın diline pelesenk olan, yıllarca beyninden silemediği, ilahi bir kaynaktan iniyormuş hissi uyandıran Vangelis’e ait müzik önce derinden duyulmaya başlar. Atletler yaklaştıkça müzik güçlenir. Film boyunca hikayelerini öğreneceğimiz adamlar bir bir önümüzden geçer. Sporun bir endüstri değil, gerçek ve saf anlamda spor; ahlak, adanmışlık, cesaret, sorumluluk, onur mücadelesi olduğu, kazanmanın daha insani sebeplerinin bulunduğu bir dönemdir bu.<br />
<br />
Kumsalda koşmak deyince akla gelen, bizim dönemin erkeklerinin ergen rüyalarının box-office rekortmeni olan iki sahne vardı: ilki Müjde Ar'ın <b>Fuar Kolonyası</b> reklamında dalgaların arasından Boticelli Venüsü gibi çıkarak hoplata hoplata koşmasıydı. İkincisi de "Sahil Güvenlik" dizisinde Pamela Anderson'un kumsaldaki meme şovu. Bu atletler ne Pamela Anderson gibi büyük memeli kadınlar, ne de Hugh Jackson gibi kas yığını adamlar.(Hüü diye erkek ismimi olur ya. Hiç bir insan evladına verilmemesi gereken bir isim. Dudaklarını büzerek, birinin kulağına üfler gibi hüüü diyorsun) Her birinin yüzüne yansıyan duyguların-kararlılık, neşe ve endişe- resmi geçidi sanki bu koşu.</div><div style="color: #f1c232; font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"></div><div class="separator" style="clear: both; color: #f1c232; text-align: center;"><a href="http://3.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S96faXK9tcI/AAAAAAAAAEs/NHbA15s5kSg/s1600/chaariots2.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="222" src="http://3.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S96faXK9tcI/AAAAAAAAAEs/NHbA15s5kSg/s400/chaariots2.jpg" width="400" /></a></div><div style="color: #f1c232; font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br />
Çocukken BBC Dramalarını seviyorsanız, sevinçten insanın kalbini durduracak aktörler var bi kere bu filmde. <b>Ian Charleson</b>, <b>Ian Holm</b>, <b>Nigel Havers</b> ve <b>Ben Cross</b>. Bu filmden sonra çekilmiş olmasına rağmen, filmden önce TRT'de gösterilen ve bizdeki adı "<b>Şahika"</b> olan bir BBC dizisi vardı. Belki hatırlayanlarınız vardır. İdealist, okuldan yeni mezun, iskoç genç bir doktor şark hizmetini yapmak üzere yiğidin harman olduğu bir İskoç kasabasına mecburi göreve gönderilir. Trençkotu (valla İngilizler olmasa bu trençkotu nerden bilecektik biz) ve fötr şapkasıyla bir adam şafak vakti bir tepeyi tırmanmaktadır. Bu adam Ben Cross'tan başkası değildir. Benim hatırladığım daha ortada "Dallas" falan yokken bu dizi ortalığı kasıp kavuruyordu. O vakitler bir de ailesini arayan "Jacques" adlı bir çocuğun hikayesinin anlatıldığı bir dizi vardı. Ne güzel diziler filmler oynarmış eskiden. Neyse konuyu dağıtmayayım.<br />
<br />
Konumuza dönecek olursak, film İngiltere’deki sınıf ayrımını, bu sınıflararası çekişmede kabul görmeyen, saygınlıklarını koşarak ispatlayacaklarına inanan, Litvanyalı bir yahudi olan Harold Abrahams (Ben Cross) ile İskoçyalı bir misyoner Eric Riddle (Ian Charleson)'ın yaşamla baş etme şeklini, hayata karşı duruşlarını anlatıyor. Ama sadece bunu da anlatmıyor. Duygusal anatomi diye bir ders olsa, bu filmi derste örnek çalışma olarak gösterirler. Acı, yenilgi, zafer, stres, mutluluk karşısında insan yüzünün alabileceği ifadeleri öylesine bir keskinlikle veriyor ki, seyredenin de duyguları şaha kalkıyor. Kazanmaktan öte kazanmanın filmin kahramanı olan iki adama ne ifade ettiği önemli. Biri tanrının kendisini hızlı yaratarak onurlandırdığına inandığı için, tanrıyı onurlandırmak adına koşarken, diğeri sınıfsal ayırımda dışarda bırakılan yahudi toplumunun bir üyesi olduğu için, saygınlığını ispat etmek, kendini ikiyüzlü bulduğu topluma kabul ettirmek için (sadece atletizmde değil, okulda ve okul dışı her faaliyetinde kazanmayı amaç edinen biri) koşuyor. O nedenle de filmin yarış sahneleri çok etkileyici. </div><div style="color: #f1c232; font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; color: #f1c232; text-align: center;"><a href="http://4.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S96f16oUMfI/AAAAAAAAAE0/8ZQc-igkJjU/s1600/chariots-of-fire_l.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" src="http://4.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S96f16oUMfI/AAAAAAAAAE0/8ZQc-igkJjU/s320/chariots-of-fire_l.jpg" /></a></div><div style="color: #f1c232; font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Filmlerde genellikle yarışların, maçların sonucu önemlidir, neticeye odaklıdır. Bu filmde her bir oyuncu için o yarışın ne anlam taşıdığı önemli. <br />
<br />
Her atletin ortaya koyduğu azim, enerji ve mücadeleyi izlerken kazanma ya da kaybetmelerinin onlar için ne ifade edeceğini düşünürken buluyorsunuz kendinizi, çünkü o adamlar da bunu düşünüyor. Çünkü sadece kazanmak için koşmuyorlar, kazanmak istemelerinin bir nedeni var. Filmin benim için en etkileyici sahnelerinden biri, Harold Abrahams’ın (Ben Cross), 100 metre’de iskoç Eric Riddlle’e (Ian Charleson) yenildikten sonra, sanki her geriye sarış ve düşünüşte sonucu değiştirebilecekmiş gibi, her saliseyi kırka bölerek yarışı tekrar ve tekrar başa alarak yaşaması idi. Bir başka kuvvetli sahne de, inancı gereği pazar günü yarışmayı reddeden Eric Riddlle’in, geleceğin kralı galler prensi ve olimpiyat komitesinin üyeleri olan ingiliz lordları tarafından vatanseverlik mavralarıyla kibarca tehdit edilerek ikna edilmeye çalışılmasıydı.<br />
<br />
Ayrıca belirtmeden geçmeyeyim, adamlar hem oyuncu hem de birer atlet olarak son derece inandırıcılar. Konusunu ayrıntılarıyla anlatmayacağım. Sadece son söz olarak şunu söyleyebilirim. Oyuncuların canlandırdıkları ana karakterler gerçekte var olan ve 1924 Paris Olimpiyatlarında yarışmış, altın madalya kazanmış sporcular. Gerçekle ve kurguyla harmanlanmış, dokunaklı, etkileyici, yıllar içinde tekrar tekrar izlenebilecek, insana huzur veren, oturduğu yerden dingin bir ruh haliyle kaldıran bir film.</div>Chat Noirhttp://www.blogger.com/profile/16760231214797423059noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-2095221500310585726.post-71432740849671469562010-05-03T12:34:00.004+03:002010-11-19T12:13:08.796+02:00Benim Sinemalarım: Bagdad Café<div style="text-align: justify;"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://1.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S96Yvx9thAI/AAAAAAAAAEE/TZZB0mH1aVo/s1600/bagdat+cafe+afis.jpeg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="320" src="http://1.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S96Yvx9thAI/AAAAAAAAAEE/TZZB0mH1aVo/s320/bagdat+cafe+afis.jpeg" width="210" /></a></div><span style="color: #f6b26b; font-family: "Trebuchet MS", sans-serif;">Adını asla bilemeyeceğiniz ama hayatınıza bir şekilde bir anlık girmiş ve o bir an içinde bakışınızı değiştirmiş, zor giden bir gecede sabaha çıkmanıza sebep olmuş, size insanlığın hala bazı insanlar için ölmediğinin işaretini vermiş birileri hep olmuştur. Dilini bilmediğin bir memlekette soyulup soğana çevrildiğin ve ağlamaklı bir ifadeyle etrafına boş boş baktığın anda çıka gelmiştir. Seni oteline götürmüştür. Polisi aramıştır. Bir miktar para çıkarıp vermiştir, geri ödenmesini istemeden.</span><br />
<span style="color: #f6b26b;"><br />
</span><br />
<span style="color: #f6b26b; font-family: "Trebuchet MS", sans-serif;">Koskoca bir metropolde önüne pat diye bir güvercin düşmüştür; kurtaramamışsındır. Hayatının muhasebe defteri o saat açılmıştır önünde. Gördüklerin karşısında dibe vurduğun o an, biri hiç düşünmeden sarılıp, sıvazlamıştır sırtını.</span><br />
<span style="color: #f6b26b;"><br />
</span><br />
<span style="color: #f6b26b; font-family: "Trebuchet MS", sans-serif;">Yaban ellerde, sabahın köründe belki de siftahını yapan taksi şoförü, para çıkışmayınca kendi dilinden “canın sağolsun” demiştir mesela; yüreğin dura yazmıştır. Dünya ahret borçlu olacağını bilirsin o adama.</span><br />
<span style="color: #f6b26b;"><br />
</span><br />
<span style="color: #f6b26b; font-family: "Trebuchet MS", sans-serif;">İki tost ekmeği arasına ince bir dilim kaşardan oluşan tek öğününü alabilmek için, kaldırıma atılan bozuk paraları topladığın günlerde, konfeksiyon atölyesinde aynı tezgahta çalıştığın ve senin aksine, bu hayatı yaşamaktan başka şansı olmayan bir adam soğan ekmeğini paylaşır seninle.</span><br />
<span style="color: #f6b26b;"><br />
</span><br />
<span style="color: #f6b26b; font-family: "Trebuchet MS", sans-serif;">Ezberlemek için yüzlerine bakmışsındır uzun uzun, unutacağını bilerek. Kalbinde yer edinmişlerdir. Birgün tekrar karşılaşmak ve bir hayrının dokunmasını istersin o insanlara. Hayatın sana armağanıdır onlar ve sen de aynı şekilde hayata borcunu ödemek arzusuyla yanıp tutuşursun.</span><br />
<span style="color: #f6b26b;"><br />
</span><br />
<span style="color: #f6b26b; font-family: "Trebuchet MS", sans-serif;">Bagdat Cafe, o adını asla bilmediğim ama gönlümde yer etmiş insanlar gibi bir film işte. 1989 yazında Kızılırmak Sinaması'nda izlemiştim. Bu yazı ile borcumu ödemek istiyorum. Benim hayatta bir duruşum varsa, oluşumunda etkisi olan bir filmdir Bagdat Cafe. Değiştirmek için dönüşmek gerekmez. Altını çizmeden, üstelemeden, insanları aptal yerine koymadan, büyük harflerle konuşma(san)dan da, bir yer edinebilirsin insanların yaşamında.</span><br />
<span style="color: #f6b26b;"><br />
</span><br />
<span style="color: #f6b26b; font-family: "Trebuchet MS", sans-serif;">Bir rüyanın sonu, bir çölün kıyısında gelse de, aynı çöl yeni bir yaşamın başlangıcı da olabilir.</span><br />
<span style="color: #f6b26b;"><br />
</span><br />
<span style="color: #f6b26b; font-family: "Trebuchet MS", sans-serif;">Film Percy Adlon tarafından 1987 yıında Amerika’da İngilizce çekilen bir Alman filmi. Filmin müzikleri de harika. Jevetta Steele'in seslendirdiği "Calling You", Bob Telson'ın Calliope'si akıldan çıkmıyor hiç. Film, kuş uçmaz kervan geçmez Mojave Çölü'nün ortasındaki döküntü, "destur de gir" bir motel-cafe'de geçer. Amerika turuna çıkmış olan Alman bir karı koca’nın, küfürbaz, asabi koca ayağı burnundan getirmektedir kadının. Orta yaşlı, tombulcuk, pembe yanaklı, saçları itinayla toplanıp spreyle sabitlenmiş orta sınıf ev kadını görünümlü Jasmin (Marianne Sagebrecht) daha fazla dayanamaz ve bavulunu kaptığı gibi fırlar arabadan dışarı. Mercedes kızgın güneşin altında uzaklaşırken, esen sıcak rüzgarı, tozu ve ıssızlığı hisseder insan.</span></div><div style="text-align: justify;"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://3.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S96ZJXY1_MI/AAAAAAAAAEM/OyE-Ri3G7GY/s1600/BagdadCafe_4.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="169" src="http://3.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S96ZJXY1_MI/AAAAAAAAAEM/OyE-Ri3G7GY/s320/BagdadCafe_4.JPG" width="320" /></a></div><br />
<span style="color: #f6b26b; font-family: "Trebuchet MS", sans-serif;">Burası, umutsuzlar barınağı, bütün umutların toplaşıp firâr ettiği bir yer. Yaz sıcağında, lüks otobüslerden birinin camına başınızı yaslamış giderken, yol kıyısında gözünüze bir an çarpan, sonra kayıp giden görüntülerden biri.</span><br />
<span style="color: #f6b26b;"><br />
</span><br />
<span style="color: #f6b26b; font-family: "Trebuchet MS", sans-serif;">Gövdesi kadar kocaman valiziyle Jasmin, motelin kapısından içeri girer ve bir oda ister. Böylece motel sakinleriyle tanışmaya başlarız. Motelin ve café'nin sahibi Brenda (CCH Pounder) ve çocukları, yakınlardaki bir treylerde yaşayan set ressamı Rudi (Jack Palance), zamanını dövmeler yaparak geçiren aksi Debby, italyan aşcı.</span><br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://2.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S96ZS1FyZQI/AAAAAAAAAEU/WKc6yFV9xrE/s1600/bagdad_cafe+2.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="http://2.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S96ZS1FyZQI/AAAAAAAAAEU/WKc6yFV9xrE/s320/bagdad_cafe+2.jpg" /></a></div><span style="color: #f6b26b; font-family: "Trebuchet MS", sans-serif;">Jasmin’in temizlik takıntısı, motel sakinlerinin şaşkın bakışları arasında kendi odasından motelin diğer odalarını ve sonunda tamamını temzilemeye dönüşür. Brenda’ya temizlik ve yaşam standartlarının korunmasına ilişkin söylev çeken, saçının teli dahi bozulmayan jasmin’in kuralcılığı gün be gün erir gider.</span><br />
<span style="color: #f6b26b;"><br />
</span><br />
<span style="color: #f6b26b; font-family: "Trebuchet MS", sans-serif;">Jasmin, peri masallarındaki tombul iyilik perisine benzer. Hatta bir iki sihirbazlık numarası dahi bilmektedir.</span><br />
<span style="color: #e69138;"><br />
</span><br />
<span style="color: #f6b26b;"><span style="font-family: "Trebuchet MS", sans-serif;">O’nun gelişiyle birlikte, motele uğrayanların sayısı artmaya başlar. Yemekler düzelir, ortam çiçekleşir.</span> <span style="font-family: "Trebuchet MS", sans-serif;">Müşterilerin rol almak zorunda oldukları kabare şovlar düzenlenir. Kıyıda gezinen birbiriyle alâkasız insanların dalmadan önce aldıkları son nefes gibidir burası.</span> <span style="font-family: "Trebuchet MS", sans-serif;">Hayat hep böyle güllük gülistanlık değildir elbet. Durmadan ağlayan bebekler, maddi zorluklar, yaşamın ucuna gelmiş, ipi boğazlarına geçirmiş insanlar. Bu Cafe’de her an herşey olabilir. En beklenmedik, en beklenilmeyen anda tezahür eder. Umut ve hayal kırıklığı yanyana gider.</span></span><br />
<span style="color: #e69138;"><br />
</span><br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://1.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S96ZaeTjULI/AAAAAAAAAEc/Onac6VGp4EI/s1600/BagdadCafe_3.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="267" src="http://1.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S96ZaeTjULI/AAAAAAAAAEc/Onac6VGp4EI/s400/BagdadCafe_3.JPG" width="400" /></a></div></div>Chat Noirhttp://www.blogger.com/profile/16760231214797423059noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2095221500310585726.post-9863924512214287442010-04-30T13:44:00.005+03:002010-08-27T17:50:39.090+03:00Benim Sinemalarım :Amarcord<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://4.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S9qxvtXNOII/AAAAAAAAADE/pbprZWCdMTU/s1600/little+susie2.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="320" src="http://4.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S9qxvtXNOII/AAAAAAAAADE/pbprZWCdMTU/s320/little+susie2.JPG" width="215" /></a></div><div style="color: #f9cb9c; font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Çocukluğu ağaç tepelerinde geçen, hobileri define avı, misket oynamak ve oğlan çocuğu dövmek olan bendeniz, ortaokula başladığım yaz aşık oldum. Lakin bu kadınlık bilgisi bana genler vasıtasıyla taşınmamış olduğundan oğlan çocuklarının dövülmeyip sevilmesi gerektiğini idrak etmem çok uzun yıllarımı aldı. Ev halkı için şeytan çekici, mahalleli için erkek fatma olarak asla evrilip bir kuğuya dönüşemedim. Kalbimde baş gösteren yumuşamanın anlaşılmaması için sokaktan elimi ayağımı çekip kendimi filmlerin ve kitapların sihirli dünyasına hapsettim. Başlangıçta bu durumdan en çok memnun olanlar bizimkilerdi. Babaannem beni ağaç tepelerinden indirmekten, babam her akşam bir şikayetle kapıya gelen komşulardan kurtulmuştu. Mahallede bir dönem kapanmış yeni bir dönem başlamıştı.Ben kapısından adım attığım yeni dünyamın içlerine doğru, ardımda çakıl taşı bırakmadan ilerliyordum. İp atlama, çift lastik, yakar top, bisiklet, teras demirlerinde sallanma gibi en sevdiğim oyun tekliflerini geri çeviriyordum. Bir süre sonra bizimkiler beni sokağa çıkmam için zorlamaya başladılar ama başarılı olamadılar. Derken annem beni alıp falcılara götürdü, ne olacak bu çocuğun hali diye. Hiç unutmam, bocuklardan, taşlardan, fasulye ve bakla tanelerinden oluşan bir torbayı önüme boşaltıp geleceğime dair kehanette bulunan kadın, “bu çocuk okumaya çok düşkün ama bir süre sonra sıkılacak ve eline kitap almayacak” dediğinde annem derin bir oh çekmişti. <br />
<br />
Daha düne kadar yakaladığımız sinekleri ayna ile yakarken, dertop olmalarını görmek için tespih böceklerini çöplerle dürtükler, kertenkele kuyruklarını yeniden çıkacak mı merakıyla keserken, ateş böceği avlar, bostan sulamak için kullanılan havuzun soğuk sularında dalgıçlık yapar, teras demirlerinde “nadyakomanaçilik” oynarken, şimdi henüz bilmediğim acıları, yaşamadığım aşkları kitaplar aracılığıyla tecrübe ediyor, hayatı kitaplardan öğreniyor, gerçeğin kurgusunun kitaplardaki, filmlerdeki gibi olduğunu sanıyordum. Kitap ve filmlerdeki hayatın gözlemcisiydim. Onlardan öğrendiklerimi taklit ediyordum. Sanatın hayatı taklit etmekle birlikte benzemezliğini öğrenecek kadar büyümemiştim henüz. Anlatmak anlaşılmaya yetmiyordu. Ne kadar çok seversen o kadar sevilmiyordun.. Sevmek, yazılı olmayan ve tam öğrendiğini düşündüğün an değişen kuralları olan bir oyundu. Eşitliği sağlanamaz bir denklemdi. Matematik dersinde öğretmen bilerek hatalı soru sorar, bizim kıvranmamızı keyifle izlerdi. Onun yanılmayacağına olan inancımız mı, ezberimizden şaşmamak için mi yoksa kendimize olan güvensizliğimizden mi, “hocam bu soru yanlış” diyemez, dengeyi denklemeye çalışırdık. Okulda hiç ikmâle kalmadım ama hayat çok tekrara bıraktı. Her şey zıttı ile kaimmiş. Kabı dolduran boşlukmuş. Artık hiç bir zaman çocuk olamayacağının miladı annenin ölmesiymiş.<br />
<br />
Boş bir levhaydım. Şimdi marjinime kadar her yanım dolu. Geçmişimi hatırlamaya, hatırladıklarımı silerek yer açmaya; başlangıçtaki saf boşluğuma dönmeye çalışıyorum. Anılarımı kazıyorum. Ben kazdıkça, açmaya uğraştığım çukurlara akıp dolduruyor, hayatımın üstüne kapaklanıp kim olduğumu hatırlamama izin vermiyorlar. Masumiyetim yaptığım çok katmanlı kazının en dibinde yatıyor.</div><div style="color: #f9cb9c; font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br />
<div>Bizimkilerin, benim sokak çocuğu mu, kitap kurdu olarak mı kalmam gerektiği konusunda kararsız kaldıkları sene, amcam “gel seninle gezelim biraz” diyerek beni dışarı çıkardı. Bu yetişkinler dünyasına kabul töreniydi. Annemin ayda bir ya da iki kere tiyatroya götürmesini saymazsam, ilk defa bir yetişkinle evde yalnız bırakılamayacağım için değil eşlik etmek için gezmeye götürülüyordum. Türkçe dersi için bir hikaye hazırlayıp sınıfta anlatacaktık. Ödevimden bahsedince amcam Zafer Çarşısı’ndaki kitapçılara götürdü beni. O vakitler Varlık, Remzi, Dost gibi yayınevlerinin kitapçıları ve sahaflar vardı bu yeraltı çarşısında. Tek başına o yoldan geçecek yaşa geldiğimde yayınevlerinin yerini ders ve test kitapları satan toptancılar almıştı. Amcam Sait Faik’in öykülerinin yer aldığı bir serinin ilk kitabını aldı bana ve “Semaver”e çalışmamı önerdi. Semaver Sait Faik’in en güzel ve benim en sevdiğim öyküsüdür. Semaver yıllarca hayal dünyamda fokurdadı durdu.</div></div><div style="color: #f9cb9c; font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br />
Bulvar boyunca yürürken, okuduğum kitapları anlatıyor, sorular soruyordum. Amcamın cevapları ile kafamda onlarca yeni soru yeşeriyordu. Her adımda çocuk değil adam yerine konulduğumu hissederek büyüyor, kendimle gurur duyuyordum. Yürüyerek Akün’ün önüne geldiğimizde bir başka olağanüstü adamla tanıştım. Amcamın unutamayacağın bir film izleyeceksin diyerek beni sinemaya sürüklediği film Fellini’nin Amarcord’u idi. Benim hatırlamaya çalıştıklarımı o hiç unutmamış, çocukluğunun büyülü dünyasını yeniden inşa etmişti.</div><div class="separator" style="clear: both; color: #f9cb9c; text-align: center;"></div><div class="separator" style="clear: both; color: #f9cb9c; text-align: center;"><a href="http://2.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S9qyQJGhcSI/AAAAAAAAADM/Cg9mDuxaCXo/s1600/amarcord3.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="277" src="http://2.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S9qyQJGhcSI/AAAAAAAAADM/Cg9mDuxaCXo/s320/amarcord3.jpg" width="320" /></a></div><div style="color: #f9cb9c; font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Film baharın gelişini kutlayan şenlik yürüyüşü ile açılır. Güneşin yüzü henüz ısıtmıyor olsa da, soğun şiddeti kırılmıştır. Takvim baharın ilk gününü göstermektedir. Rüzgâr tohum taşıyan pamukçukları çılgınca oradan oraya savururken, şenlik alayı kasaba meydanında yakılan ateşte kıştan kalanları yakmaktadır.<br />
<br />
Aslında bir hikayesi yoktur. Yönetmen çocukluk ve gençlik fantezilerini şiirsel bir dille anlatırken, aynı zamanda faşizmin ayak seslerinin duyulmaya başladığı 30lı yıllar İtalya’sı küçük bir sahil kasabası ölçeğinde resmetmektedir. Anılara karışan hayâller, artık bir hayâl olan anılar abartılı ve bir o kadar renkli karakterlerle birlikte resmi geçit yaparlar. Fellini verdiği bir röportajda, kendi sinema anlayışının çıkış noktasının karikatür ve çizgi roman olduğunu söylemiş. Antik tiyatroda duyguların maskelerle ifade edilmesi gibi, filmlerinde sıkça rastlanan birbirinden renkli akrobatlar, palyaçolar, gezgin kumpanyalar, her bedenden kadınlar, din adamları bir duyguyu, bir korkuyu temsil eder. Amarcord bu anlamda bir Fellini tipleri müzesidir. Her bir sahne çarpıcı, insanın içini ısıtan ya da burkan bir çizgi bant havası taşır. Karakterlerin yanı sıra zaman ve mekân da önemli bir rol oynar Fellini sinemasında. Amarcord’da geçen bir yıl, yönetmenin bütün çocukluk ve gençlik yılları boyunca geçen mevsimlerin toplamı gibidir. Kasaba, memleketi olan Rimini’nin izdüşümüdür. Zaten filmde adını, Rimini’de konuşulan İtalyanca’nın Emilia-Romagna lehçesinde "Hatırlıyorum" anlamına gelen “a m'arcord”dan alır.</div><div style="color: #f9cb9c; font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br />
Film, dürüst ve kendi halinde iş yapan bir müteahhit olan asabi Aurelio, cefakâr anne Miranda, haylaz çocuklar, güzel giyinmeyi, güzel yemeği ve güzel sevmeyi bilen ama çalışmakla arası olmayan kibirli dayı, akıl hastanesinde bir amca ve çapkın dededen mütevellit kavgası gürültüsü bol, harareti yüksek tipik bir İtalyan ailesi olan Biondiler üzerine odaklanır. Olan biteni haylaz oğul Titta ile kasabanın vakanüvisinden dinleriz.</div><div style="color: #f9cb9c; font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"></div><div style="color: #f9cb9c; font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br />
<a href="http://4.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S9qzIyAc3eI/AAAAAAAAADc/FhCDrqA9uX0/s1600/gradisca.php.jpeg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="221" src="http://4.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S9qzIyAc3eI/AAAAAAAAADc/FhCDrqA9uX0/s400/gradisca.php.jpeg" width="400" /></a>Mucizevi, neşeli, kederli olaylar birbirini izler. Evleri çatısına kadar kara gömen soğuk bir kış sabahının erken saatlerinde, kar yığınlarından oluşan bir labirente dönüşen kasaba meydanında birden bire muhteşem kuyruğunu açmış salınan bir tavus kuşu peydahlanır. Sonra beyaz elbisesi içinde Gradisca’nın çalkalanan kalçalarını görürüz.</div><div style="color: #f9cb9c; font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"> Titta ve arkadaşlarının fantezi dünyasında cüssesi ile orantılı bir yer edinmiş olan tütüncü kadınının devasa memeleri doldurur birden perdeyi. Oğlanların hayali o memelere dokunabilmektir. Titta şansını denemek ister. Tütüncü kadın kendisini kaldırması halinde bu hayalini gerçekleştireceğini söyler. </div><div style="color: #f9cb9c; font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br />
<a href="http://3.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S9qzgx8voMI/AAAAAAAAADk/6BHa0zMxBY8/s1600/Amarcord2.jpg.asset_rgb.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="255" src="http://3.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S9qzgx8voMI/AAAAAAAAADk/6BHa0zMxBY8/s320/Amarcord2.jpg.asset_rgb.jpg" width="320" /></a>Bundan sonra neler olduğunu kesinlikle izlemeniz gerekir. Bir başka unutulmaz sahne akıl hastanesinde yatan Teo Amca’nın evci çıkarılıp birlikte yemek yenildiği günün akşamı, dönüş vakti yaklaştığında bir ağaca çıkıp kadın istiyorum diye yeri göğü inletmesidir.</div><div style="color: #f9cb9c; font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br />
Okulda yapılan eşek şakaları, ahalinin büyük bir umut ve heyecanla sandallara atlayıp kasaba açıklarından geçen Rex adlı transatlantiği görmeye gitmeleri, dedenin siste kayboluşu, Volpina’nın vahşi bakışları, kasabanın delisi Biscein’in Grand Hotel’de kalan arap şeyhinin 30 karısından oluşan hareminde geçirdiği geceye ilişkin palavrası canlılıklarını asla yitirmeyecek şekilde izleyenlerin hafızasına kazınır.</div><div style="color: #f9cb9c; font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"></div><div class="separator" style="clear: both; color: #f9cb9c; text-align: center;"><a href="http://4.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S9qz0-2sVrI/AAAAAAAAADs/uFFWvNQ2-BY/s1600/biscein.php.jpeg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="http://4.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S9qz0-2sVrI/AAAAAAAAADs/uFFWvNQ2-BY/s320/biscein.php.jpeg" /></a></div><div style="color: #f9cb9c; font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br />
<div>Düşsellikle gerçekliği, gündelik hayatın güven veren sıkıntıları ile geleceği belirsiz kılan siyasi gerginliği harmanlayan Fellini, tıklım tıkış insan yığınlarını, düğünleri, zıvanadan çıkmış aile yemeklerini anlatırken ne kadar şen şakrak ise bireyler üzerine odaklandığında aynı derecede hüzünlüdür. Neşeli anılar geçidini gülümseyerek izletirken, alttan alta aslında hiç bir şeyin göründüğü gibi olmadığını küçük ayrıntılarla aralara serpiştirir.</div><div><br />
</div><div>Daha önce Fellini filmlerinde mekânın da ana rollerden birini üstlendiğinden bahsetmiştim. Kasaba altın çağını yaşamış ve geride bırakmıştır. Güzel günler silinmiş, karanlık bir gelecek ağır ağır çökmektedir. Biscein’in harem fantezisinin geçtiği, şatafatlı partilerin verildiği, soyluları, zenginleri ağırlayan Grand Hotel ile aynı soylularla flört eden, erkeklerin akıllarını başlarından alan, güzelliği geçen yıllarla birlikte solan kuaför Gradisca’nın kaderleri birbirine benzer; kasabanın geçmişinin ve bugününün simgesi gibidirler.</div></div><div style="color: #f9cb9c; font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"></div><div class="separator" style="clear: both; color: #f9cb9c; text-align: center;"><a href="http://3.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S9q0I863rmI/AAAAAAAAAD0/DhYRQPGpz18/s1600/amarcord2.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="320" src="http://3.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S9q0I863rmI/AAAAAAAAAD0/DhYRQPGpz18/s320/amarcord2.jpg" width="227" /></a></div><div style="color: #f9cb9c; font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Geçmişe özlemi neşeyle perdelenmiş bir hüzünle anlatan bir başka unutulmaz sahne, kasaba halkının görkemin ve gücün simgesi olan Rex adlı yolcu gemisini görmek için sandallarla denize açılmasıdır. Umutlarına, anılarına, huzurlu eski günlerine ne kadar yakınsalar, Rex’e de ancak o kadar yaklaşabilirler. Gemi uzaktan gelir ve geçer.<br />
<br />
Filmin künyesine ait birkaç bilgi de vereyim. 1973 yapımı filmin muhteşem müzikleri Nino Rota’ya ait. Titta’nın Teo Amca’sını oynayan Ciccio Ingrassia, bizim kuşağın televizyon düşkünlerinin hatırlama olasılığı olan “Yavru ile Katip” serisinin “Katip”i. Sophia Loren’i andıran Gradisca rolünde oynayan Magali Noel “ İzmir’in kızları güzel olur” sözünü doğrulayan İzmir doğumlu bir İtalyandır. Film Türkiye’ye 1981 yılında gelir. Ankara’da Akün Sineması’nda oynar ki, ben sinemada izleyen azınlıktayım. İstanbul’da ise As Sineması’nda oynamış. Filmi tüm karşı çıkmalara rağmen Ülkü Tamer’in tavsiyesi ile ülkemize getiren ise Ercüment Karacanmış. Gişede iş yapmaz dene film 17 hafta gösterimde kalmış.</div><div style="color: #f9cb9c; font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"></div><div class="separator" style="clear: both; color: #f9cb9c; text-align: center;"><a href="http://4.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S9q0kWPK8_I/AAAAAAAAAD8/NSLbmVimFtQ/s1600/amarcord_boat1.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="216" src="http://4.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S9q0kWPK8_I/AAAAAAAAAD8/NSLbmVimFtQ/s320/amarcord_boat1.jpg" width="320" /></a></div><div style="color: #f9cb9c; font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"> Daha başka ne anlatayım bilmiyorum ki. Ölmeden izlemeniz gereken ilk on film içinde kesinlikle yer almalıdır.</div>Chat Noirhttp://www.blogger.com/profile/16760231214797423059noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2095221500310585726.post-19498938382056553052010-04-29T16:32:00.002+03:002010-08-27T17:51:16.408+03:00The Waldorf=Astoria<div style="color: #f9cb9c; text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Üniversite tercih formunu doldururken, kaçımız hayatta ne yapmak istediğimizi bilerek yaptık seçimlerimizi. Hayata dair hiç bir öngörüsü olmayan, okulu bitirip bir işe girinceye ya da askere gidinceye kadar da ne olup bittiğini anlayamayacak, aile tartışmalarında söz hakkı kısıtlı, sürekli susturulmuş, toplum içinde kaş göz işaretleri ile yönetilmiş bir çocuktan 16 yaşına geldiğinde birdenbire geleceğini şekillendirecek hayati önemi haiz bir kararı vermesini beklemek çok saçma. Bu saçmalığın mutlu bir nesil yaratmadığı da ortada. Ben itiraf etmeliyim ki bilinçsizdim. Formu doldurduğum ana kadar ne yapmak istediğime ilişkin en ufak bir fikrim yoktu. Çocukken bize okutulan dünya klasikleri 18. ve 19. yy Avrupa’sının toplumsal ve kültürel hayatını ve o dönemin toplumsal değerlerinin şekillendirdiği bireyin mücadelesini anlatıyordu. Yani diyeceğim o ki, fabrikalarda canları çıkan paryaları dışarıda bırakırsak, toplumsal hayatta ahırdaki atlarla, evdeki uşaktan daha hallice bir statüye sahip kadınlara biçilen yegâne uğraş ev hanımlığı, mürebbiyelik ve ebelikti. </span><br />
<br />
<span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Bu yazının konusu 19. yüzyıl edebiyatında kadının yeri değil, baştan uyarayım. Hadi o yüzyılda erkekler örümcek kafalı, kadınlar cahildi. Sanki 20.yy çok mu parlak kariyer yollarında yürüttü kadınları. 90lı yılların sonlarına kadar ABD ve Avrupa ülkelerinde kadınlar her sektörde aynı işi yapan erkeklerden daha düşük ücretlendirildiler. Hiç olmazsa bir konuda muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak ne kelime, delip geçmişiz.Geçen yüzyılın başında kadınların yapmasına izin verilen meslekler bir önceki yüzyıllardakine ek olarak hemşirelik, sekreterlik ve dadılık oldu. Kadınların geri hizmetlerde çalışmaları uygun görülürken, bir çok ülke parlamentosunda bir kadının esas yerinin annelik ve karılık olduğuna dair ateşli tartışmalar yapıldı. Haliyle seksenlere geldiğimizde kadının toplumdaki yerine ilişkin algıda büyük bir değişiklik olsa da, geleneksel düşüncenin izleri yine çocuk kitaplarında, çizgi filmlerde görülmeye devam etti. Anlatmaya çalıştığım şeyin feminizmle ilgisi yok, bazılarınız hemen ellerini ovuşturmaya başlamasın. Mimariden bahsedeceğim, girizgâh başka bir yazıya doğru yelken açtı gidiyor. İlkokulda hatırlarsınız karne aldığımızda en baba ineklere lacivert renkli kenar süsleri olan takdirname, buzağılara ise kırmızı kenar süslü teşekkür verilirdi. İsteğe göre gönlü zengin bazı öğretmenlerin kitap hediye ettiği de olurdu. Benim öğretmenimden aldığım ilk kitap <b><i>“Beyaz Melek”</i></b>ti. Severek okumuştum ve beni çok etkilemişti. Adında da tahmin edeceğiniz üzere beyaz melek bir hemşireydi! Neden doktor olmadığına hiç takılmamıştım doğrusu, çünkü yakışıklı doktoru kapmış olması benim için daha önemliymiş demek ki. Sonra yine ilkokuldayken kendimden geçerek izlediğim <i><b>“Şeker Kız Candy”</b></i>, Terry’i o şırfıntı tiyatrocu kıza kaptırdıktan sonra hemşire olmuş, sahra hastanelerinde çalışmıştı. Şeker Kız da gaydalı prens Albert ile mutlu sona ermişti. O nedenle ben ilk sekiz sene hemşire olacağımı düşünüyordum. Ne de olsa ucunda zengin ve yakışıklı erkekler vardı.</span><br />
<br />
<span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Sonra bir gün bir film izledim hayatım değişti. Yanlış hatırlamıyorsam “<i><b>Kaderden Kaçılmaz”</b></i> adıyla oynamıştı. Baş rollerinde Kirk Douglas ve Kim Novak’ın olduğu filmde Kirk Douglas bir mimarı oynuyordu. Filmden aklımda kalan tek şey adamın söylediği “güzel bir resme bakıp geçersin, güzel bir müziği dinlersin biter ama bir evde yaşarsın” sözüydü. Aman bu laf beni bir etkiledi bir etkiledi ve mimar olmaya karar verdim. Artık mesleğimi bulmuştum. Soranlara mimarlık yazacağım diyordum. Sadece bununla da kalmadım; zaten aval aval evdi, apartmandı, oteldi, köprüydü seyretmeye bayılırdım, kim yapmış, ne zaman yapmış, hangi tarzda yapılmış diye araştırmaya okumaya da başladım. Diyeceksiniz ki, olabildin mi? Yooo, siyaset bilimi okudum. Çünkü sınava az bir süre kala hayatımı değiştiren bir başka şey oldu. İşin aslı ben maymun iştahlıyım galiba. Neyse, mimarlık okumasam da mimariye olan ilgim her zaman devam etti. Yazının konusu ben çok etkileyen yapılardan biri olan <i><b>"Waldorf=Astoria Oteli"</b></i>.</span></div><div style="color: #f9cb9c; text-align: justify;"><br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://4.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S9mGi_RJSXI/AAAAAAAAACM/GS-d2rM7LjQ/s1600/5thAve_Waldorf_1894.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="http://4.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S9mGi_RJSXI/AAAAAAAAACM/GS-d2rM7LjQ/s320/5thAve_Waldorf_1894.jpg" /></a></div><div><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">New York City'nin ender zarif binalarından birisidir. "<i><b>Park Avenue"</b></i> ile <i><b>"Lexington Avenue" </b></i>arasında boylu boyunca uzanmış yatan güzeller güzeli bu bina, binlerce işsizin gazete kağıdı serili kaldırımlarda yattığı büyük ekonomik buhranın göbeğinde açılmıştır. O yıllarda kapısında içeri hiç bir siyah Amerikan vatandaşı konuk olarak giremediği gibi, siyahlar garson, kat hizmetlisi, çamaşırcı, kapıcı olarak dahi çalıştırılmamıştır.</span></div><div><br style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;" /></div><div><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Bu otelin temelini oluşturan orjinal Waldorf ve Astoria otellerini yaptıran ve Amerika’nın en zengin adamı olarak bilenen <i><b>John Jakob Astor</b></i>'un büyük torunları <i><b>William Waldorf Astor</b></i> ve <i><b>John Jacob Astor IV</b></i> dür. Dede Astor önce kürk ticaretinden kazandığı paraları, bir deniz nakliyat şirketi kurarak daha da artırmış, o da yetmemiş kariyerine emlâkçı olarak devam ederek devasa bir servetin sahibi olmuştur. İş hayatında acımasızlığı ile tanınan bu adamın, göçmenlere uzun vadede kiraladığı binalar, arsalar kiralama döneminin sonundaki kirasıyla birlikte gelişmiş mamur bir şekilde Astor ailesine geri dönmüştür. Torunlar da cin fikirlilikte dedelerine çekmişlerdir. Ne demişler; şabı dövmekle olmaz şeker, cinsine tükürdüğüm cinsine çeker.</span></div></div><div style="color: #f9cb9c; text-align: justify;"><br />
<a href="http://1.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S9mHTxmC_II/AAAAAAAAACU/aGdsawMF0J0/s1600/wal1.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="305" src="http://1.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S9mHTxmC_II/AAAAAAAAACU/aGdsawMF0J0/s320/wal1.jpg" width="320" /></a><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">William Waldorf Astor, asabi, kibirli, soyluluk düşkünü, şımarık bir heriftir. Karısının mı halasının mı <i><b>“Mrs Astor”</b></i> olarak anılması gerektiği hususunda gereksiz bir inatlaşmaya girer ve bu yüzden halasına komşu olduğu için dedesinden kalan evde yaşamaktansa, yaşlı kadını deli etmek için yıkıp, otel yaptırmaya karar verir. Fakat daha otel tamamlanmadan "Amerika'nın artık bir centilmenin yaşayamayacağı bir yer olduğu" kanaatiyle, tasını tarağını ve bankadaki parasını toplayarak İngiltere’ye göç etmişti bile. Hissedarı olduğu bir İngiliz gazetesinin nüfuzunu kullanarak kontluk ünvanı kapar ve hayatı boyunca Amerika'daki servetinden yer. Otelini hayatı boyunca bir kez görmüştür. Waldorf Oteli 1893 yılında, 5. Cadde ile 33. Sokağın kesiştiği yerde, halasının malikanesinin dibinde, 13 katlı 450 odalı dünyanın en lüks oteli olarak yükselir. Sabah güneşi kesilen ve devasa bir binanın gölgesinde kalan evinde huzuru kalmayan Caroline Hala, sefil yeğenin ardından Waldorf’a taşınmayı düşünmektedir. William’ın İngiliz soylularının arasına katılmasıyla aile soyadını taşımaya hak kazanan oğlu Jacop Astor IV, halasını Bahçeşehir/Manhattan’a taşınmaya ikna eder ve evi aynı müteahhide verip, yerine 16 katlı Astoria Otelini yaptırır. Evet yanlışlık yok, böyle bir sidik yarışında son yapılanın diğerinden 4 kat uzun olması normal değil mi?</span><br />
<br />
<span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">İkinci torun Jakop Astor IV'ün muhteşem servetinin dışında kendisini manşetlere taşıyan olay, Titanic yolcularından biri olmasıdır. Bu şımarık beyzade, geminin can yeleklerinden birini, 19 yaşındaki karısına içinde ne olduğunu göstermek için parçalamış sonra da üçün birini almıştır. Yalnızca kadınlara ve çocuklara ayrılan cankurtaran sandallarına binmeyi reddetmiş ve geminin güvertesinde gözlerden kaybolmuştur. Daha sonra bulunan cesedinin cebinden 4000 doların üstünde para çıkması, sandallardan birine binebilmek için başarısız bir rüşvet denemesinde bulunduğu yönünde rivayetlerin çıkmasına neden olmuştur</span>.<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://2.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S9mIGyWH_NI/AAAAAAAAACc/fxzwgPGkJdA/s1600/Waldorf%253DAstoria%2520235x304.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="http://2.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S9mIGyWH_NI/AAAAAAAAACc/fxzwgPGkJdA/s320/Waldorf%253DAstoria%2520235x304.jpg" /></a></div><div><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Her iki bina da mimar Henry Hardenberg tarafından, görkemli dış cephesi, süslü ve muazzam salonları, duvar işlemeleri ile barok tarzda tasarlanır ve 1897de aile birliği sağlanır. İki oteli birbirine bağlayan koridor o kadar ünlü olur ki, otelin adı “<b><i>Waldorf=Astoria”</i></b> olarak yazılır.</span> <span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Ne var ki, Waldorf=Astoria “Empire State Building”e yer açılsın diye gümbür gümbür yıkılır.</span></div></div><div style="color: #f9cb9c; text-align: justify;"><br />
<span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Otelin yeniden inşası için en uygun mekanın, arsası “New York Central Railroad”a ait olan 49. ve 50. sokaklar arasındaki blok olduğuna karar verilir. Ancak ufak bir sorun vardır: Söz konusu mekânda, biri YMCA, diğeri <i><b>“American Express”</b></i>e ait olmak üzere üç büyük bina mevcuttur. Bunun dışında, “<i><b>Grand Central”</b></i> (Merkez İstasyonu) bölgesine enerji dağıtan, ısıtan, aydınlatan NYC merkez santralı da burada bulunmaktadır. Bu kez kendini feda edecek olan bu binalardır. 1929 yılında yıkım işlerine başlanır. Binlerce metrelik elektrik kabloları, sıcak su ve buhar boruları, hava kompresörleri, depolar, motorlar, dev vantilatörler başka bir yere taşınır. Nereye mi? Grand Central terminâl binasının 30 metre altına. Merkez İstasyonu da, Amerikan zevksizliği ile taban tabana zıt mimarisi ile hayranlık uyandıran bir başka binadır.</span></div><div style="color: #f9cb9c; text-align: justify;"><br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://2.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S9mIoXT93uI/AAAAAAAAACk/dPidnBZxF1w/s1600/Waldorf-Astoria-Night-Exterior.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" src="http://2.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S9mIoXT93uI/AAAAAAAAACk/dPidnBZxF1w/s320/Waldorf-Astoria-Night-Exterior.jpg" /></a></div><div><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Yeni otelin milletin açlıktan inim inim inlediği, milyonların işsiz kaldığı ekonomik buhran döneminde yapılması, ekonomik krizlerin zenginleri değil, her zaman zaten hiç bir şeyi olmayanlarla çok az şeyi olanları vurduğunu; ekonomi tarihinin sürekli tekerrür ettiğini gösteriyor. New York şehrinin alâmeti farikası olan <i><b>“Empire State Building”</b></i>, <i><b>“Chrysler Building”</b></i>, <i><b>“Bloomingdale’s”</b></i> gibi binaların ortak özelliği, art-deco tarzının en güzel örnekleri olmalarının yanı sıra, hepsinin “Yık, Yap, Ekonomiye Can Kat” kampanyası kapsamında “Büyük Buhran” döneminde inşa edilmiş olmalarıdır. Ekonomik krizlere gire çıka bu işin gediklisi olan ülkemizde de, kriz zamanları inşaat sektörü alevlenir. Stilden zarafetten nasibini almamış alışveriş merkezleri ve toplu yaşama alanları hızla yükselmeye başlar. Çekmeköy, Beylikdüzü gibi bölgelerde Napoli ve Venedik’e benzeyen toplu konutlar, Ankara’da aralarındaki mesafe yüz metreyi bile bulmayan AVM'ler, Antalya sahillerinde Topkapı, Kızkulesi minyatürlü, Swarowski taşlardan imal avizelerle aydınlatılan kitsch oteller çok ihtiyacımız varmış gibi arzı endam eder. Neyse sosyalizme bulaşmadan konformizmin rahat koltuklarında içkilerimizi yudumlayarak mimari gezimize devam edelim. </span></div></div><div style="color: #f9cb9c; text-align: justify;"><br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://1.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S9mJBTaEzOI/AAAAAAAAACs/tH6jfhjzSNQ/s1600/main_lobby.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="255" src="http://1.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S9mJBTaEzOI/AAAAAAAAACs/tH6jfhjzSNQ/s320/main_lobby.jpg" width="320" /></a></div><div><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">47 katlı otelin yaratıcıları Schultze & Weaver, burasının konaklanacak bir mekandan ziyade yaşanacak bir yer olmasını istediklerinden, alışıldık monoton otel dekorasyonundan uzak, art deco tarzında her bir odası farklı bir zevkle döşenmiştir. Binanın, 28-41 katlar arası ise, lüks apartman dairelerinin bulunduğu Waldorf Towers olarak bilinir. İşte orjinal Waldorf=Astoria'nın külleri arasından doğan bu süper lüks otelin lobisini, odalarını, balo salonlarını anlatmaya benim naciz kelime dağarcığım yetmez.</span></div><div><br style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;" /></div><div><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Devasa bir blokluk yer kaplayan penceresiz lobisinin duvarları tamamen ceviz kaplamadır. Lobideki sütunlar kırmızı mermerdendir. Tavan ve kornişlerde ise altın ve gümüş varak kullanılmıştır. Benim gibi aval aval kornişlere, tavan süslemelerine dalıp heyeti kaçıranlar için lobinin ortasında orjinal otelden yadigâr kalan 3 metre uzunluğundaki 2 tonluk bronz bir saat vardır. Gerçi saat de zamanı unutturacak kadar güzel.</span></div></div><div style="color: #f9cb9c; text-align: justify;"><br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://3.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S9mKC65Af2I/AAAAAAAAAC0/Pgn5V7hrk7k/s1600/Silver-Corridor.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="400" src="http://3.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S9mKC65Af2I/AAAAAAAAAC0/Pgn5V7hrk7k/s400/Silver-Corridor.jpg" width="307" /></a></div><br />
<div><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Balo salonlarının sıralandığı 3. kattaki gümüş koridor, kemerli tavanı ve şık avizelerinden ötürü bana kutsal bir yerde olduğum hissini vermişti. </span><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Mimariye meraklıysanız görmeden geçmek istemeyeceğiniz bir binadır. Otelin ve kulelerin yıllar içinde sayısız ünlü konuğu olmuş. Amerikan </span><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Başkanlarından <i><b>Herbert Hoover</b></i> ile <i><b>General McArthur</b></i> 50li yıllarda farklı katlarda birbirlerine komşu olarak burada yaşamışlar. Gangsterler de otelin müdavimleri arasında yer alıyor. <i><b>Lucky Luciano</b></i> ve <i><b>Bugsy Siegel</b></i>’in oteli vadi evi olarak kullanmışlıkları var. </span></div><div><br style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;" /></div><div><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Park Caddesi Lobisi eskiden kadınların, kocaları ya da sevgilileri hesabı öderken vakit geçirsinler diye kullanılırmış. Diyeceksiniz ki, iki dakikalık iş neden kocasının yanında beklemesin. Birincisi eskiden kredi kartı yoktu, tonla nakti sayıp ödeme yapmak zaman alıcı bir şey olsa gerek. İkincisi ve inanılır gibi değil ama gerçek nedeni para alışverişi gibi kirli bir işe kadınların tanık olmasının nezaketsizlik sayılmasıymış.</span></div></div><div style="text-align: justify;"><div style="color: #f9cb9c;"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; color: #f9cb9c; text-align: center;"><a href="http://4.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S9mKT0xZS5I/AAAAAAAAAC8/egp9V-ZCLMU/s1600/Presidential-Suite-Bedroom.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="http://4.bp.blogspot.com/_l55ZJmgou88/S9mKT0xZS5I/AAAAAAAAAC8/egp9V-ZCLMU/s320/Presidential-Suite-Bedroom.jpg" /></a></div><div style="color: #f9cb9c;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Fotoğraftaki oda, 4 adet iç içe geçmiş odadan oluşan “Presidential Suite”. Bu oda öncekli olarak Amerikan başkanı ve Dışişleri Bakanlığı üst düzey görevlilerine ayrılmış. Makam-ı âli’den talep gelmediği takdirde, “Fortune 500”de yer alan şirketlerin CEOları tarafından kullanılıyormuş. Kayıtlara göre, Nikita Khrushchev ve General Charles de Gaulle de bu sarı döşekte yatmış. Windsor Dükü ve Düşesi yani, mülga prens Edward ile zevcesi Amerikalı Wallis Simpson da Waldorf=Astoria Towers’da yaşamış. </span></div><div style="color: #f9cb9c;"><br style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;" /></div><div style="color: #f9cb9c;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Otelin kendine ait Grand Central’dan Waldorf=Astoria’ya kadar gelen bir tren hattı var. Franklin D. Roosevelt ve Douglas McArthur tarafından kullanılmış bu hat. Platforma geçiş sağlayan asansör Roosevelt’i arabasıyla birlikte indirir çıkarırmış. Krizden etkilenip masrafları kıstıkları için hat kapanmış kalantorlara duyurulur.</span></div><div style="color: #f9cb9c;"><br style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;" /></div><div style="color: #f9cb9c;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Bu kadar güzel bir mekân olur da filmlerde kullanılmaz mı? “Kadın Kokusu” filminde kör albay Al Pacino ile sivilceli çocuk Chris O'Donnell Waldorf=Astoria’da kalırlar. Albayın sarışın hatunla tango yaptığı salon ise “Hilton Ballroom”dur. J.Lo’nun “Maid in Manhattan” adlı uçakta izlemelik filmi de bu otelde çekilmiştir.</span></div><div style="color: #f9cb9c;"><br style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;" /></div><div style="color: #f9cb9c;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Ayıptır söylemesi 2000 yılında bu otelde bir güncük de olsa kalmışlığım vardır. Lakin benim kaldığım odanın resimlerdeki debdebeli odalarla alakası yoktu. Zannımca bize soylu ev zengin takımının uşak ve hizmetçilerinin kaldığı odalardan birini vermişlerdi. Yere düşsen belini kırabileceğin taht misali yatağın içinde televizyon seyredip bütün minibarı boşaltmıştım. </span></div><div style="color: #f9cb9c;"><br />
</div><br style="color: #444444; font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;" /></div>Chat Noirhttp://www.blogger.com/profile/16760231214797423059noreply@blogger.com0