30 Nisan 2010 Cuma

Benim Sinemalarım :Amarcord

Çocukluğu ağaç tepelerinde geçen, hobileri define avı, misket oynamak ve oğlan çocuğu dövmek olan bendeniz, ortaokula başladığım yaz aşık oldum. Lakin bu kadınlık bilgisi bana genler vasıtasıyla taşınmamış olduğundan oğlan çocuklarının dövülmeyip sevilmesi gerektiğini idrak etmem çok uzun yıllarımı aldı. Ev halkı için şeytan çekici, mahalleli için erkek fatma olarak asla evrilip bir kuğuya dönüşemedim. Kalbimde baş gösteren yumuşamanın anlaşılmaması için sokaktan elimi ayağımı çekip kendimi filmlerin ve kitapların sihirli dünyasına hapsettim. Başlangıçta bu durumdan en çok memnun olanlar bizimkilerdi. Babaannem beni ağaç tepelerinden indirmekten, babam her akşam bir şikayetle kapıya gelen komşulardan kurtulmuştu. Mahallede bir dönem kapanmış yeni bir dönem başlamıştı.Ben kapısından adım attığım yeni dünyamın içlerine doğru, ardımda çakıl taşı bırakmadan ilerliyordum. İp atlama, çift lastik, yakar top, bisiklet, teras demirlerinde sallanma gibi en sevdiğim oyun tekliflerini geri çeviriyordum. Bir süre sonra bizimkiler beni sokağa çıkmam için zorlamaya başladılar ama başarılı olamadılar. Derken annem beni alıp falcılara götürdü, ne olacak bu çocuğun hali diye. Hiç unutmam, bocuklardan, taşlardan, fasulye ve bakla tanelerinden oluşan bir torbayı önüme boşaltıp geleceğime dair kehanette bulunan kadın, “bu çocuk okumaya çok düşkün ama bir süre sonra sıkılacak ve eline kitap almayacak” dediğinde annem derin bir oh çekmişti.

Daha düne kadar yakaladığımız sinekleri ayna ile yakarken, dertop olmalarını görmek için tespih böceklerini çöplerle dürtükler, kertenkele kuyruklarını yeniden çıkacak mı merakıyla keserken, ateş böceği avlar, bostan sulamak için kullanılan havuzun soğuk sularında dalgıçlık yapar, teras demirlerinde “nadyakomanaçilik” oynarken, şimdi henüz bilmediğim acıları, yaşamadığım aşkları kitaplar aracılığıyla tecrübe ediyor, hayatı kitaplardan öğreniyor, gerçeğin kurgusunun kitaplardaki, filmlerdeki gibi olduğunu sanıyordum. Kitap ve filmlerdeki hayatın gözlemcisiydim. Onlardan öğrendiklerimi taklit ediyordum. Sanatın hayatı taklit etmekle birlikte benzemezliğini öğrenecek kadar büyümemiştim henüz. Anlatmak anlaşılmaya yetmiyordu. Ne kadar çok seversen o kadar sevilmiyordun.. Sevmek, yazılı olmayan ve tam öğrendiğini düşündüğün an değişen kuralları olan bir oyundu. Eşitliği sağlanamaz bir denklemdi. Matematik dersinde öğretmen bilerek hatalı soru sorar, bizim kıvranmamızı keyifle izlerdi. Onun yanılmayacağına olan inancımız mı, ezberimizden şaşmamak için mi yoksa kendimize olan güvensizliğimizden mi, “hocam bu soru yanlış” diyemez, dengeyi denklemeye çalışırdık. Okulda hiç ikmâle kalmadım ama hayat çok tekrara bıraktı. Her şey zıttı ile kaimmiş. Kabı dolduran boşlukmuş. Artık hiç bir zaman çocuk olamayacağının miladı annenin ölmesiymiş.

Boş bir levhaydım. Şimdi marjinime kadar her yanım dolu. Geçmişimi hatırlamaya, hatırladıklarımı silerek yer açmaya;  başlangıçtaki saf boşluğuma dönmeye çalışıyorum. Anılarımı kazıyorum. Ben kazdıkça, açmaya uğraştığım çukurlara akıp dolduruyor, hayatımın üstüne kapaklanıp kim olduğumu hatırlamama izin vermiyorlar. Masumiyetim yaptığım çok katmanlı kazının en dibinde yatıyor.

Bizimkilerin, benim sokak çocuğu mu, kitap kurdu olarak mı kalmam gerektiği konusunda kararsız kaldıkları sene, amcam “gel seninle gezelim biraz” diyerek beni dışarı çıkardı. Bu yetişkinler dünyasına kabul töreniydi. Annemin ayda bir ya da iki kere tiyatroya götürmesini saymazsam, ilk defa bir yetişkinle evde yalnız bırakılamayacağım için değil eşlik etmek için gezmeye götürülüyordum. Türkçe dersi için bir hikaye hazırlayıp sınıfta anlatacaktık. Ödevimden bahsedince amcam Zafer Çarşısı’ndaki kitapçılara götürdü beni. O vakitler Varlık, Remzi, Dost gibi yayınevlerinin kitapçıları ve sahaflar vardı bu yeraltı çarşısında. Tek başına o yoldan geçecek yaşa geldiğimde yayınevlerinin yerini ders ve test kitapları satan toptancılar almıştı. Amcam Sait Faik’in öykülerinin yer aldığı bir serinin ilk kitabını aldı bana ve “Semaver”e çalışmamı önerdi. Semaver Sait Faik’in en güzel ve benim en sevdiğim öyküsüdür. Semaver yıllarca hayal dünyamda fokurdadı durdu.

Bulvar boyunca yürürken, okuduğum kitapları anlatıyor, sorular soruyordum. Amcamın cevapları ile kafamda onlarca yeni soru yeşeriyordu. Her adımda çocuk değil adam yerine konulduğumu hissederek büyüyor, kendimle gurur duyuyordum. Yürüyerek Akün’ün önüne geldiğimizde bir başka olağanüstü adamla tanıştım. Amcamın unutamayacağın bir film izleyeceksin diyerek beni sinemaya sürüklediği film Fellini’nin Amarcord’u idi. Benim hatırlamaya çalıştıklarımı o  hiç unutmamış, çocukluğunun büyülü dünyasını yeniden inşa etmişti.
Film baharın gelişini kutlayan şenlik yürüyüşü ile açılır. Güneşin yüzü henüz ısıtmıyor olsa da, soğun şiddeti kırılmıştır. Takvim baharın ilk gününü göstermektedir. Rüzgâr tohum taşıyan pamukçukları çılgınca oradan oraya savururken, şenlik alayı kasaba meydanında yakılan ateşte kıştan kalanları yakmaktadır.

Aslında bir hikayesi yoktur. Yönetmen çocukluk ve gençlik fantezilerini şiirsel bir dille anlatırken, aynı zamanda faşizmin ayak seslerinin duyulmaya başladığı 30lı yıllar İtalya’sı küçük bir sahil kasabası ölçeğinde resmetmektedir. Anılara karışan hayâller, artık bir hayâl olan anılar abartılı ve bir o kadar renkli karakterlerle birlikte resmi geçit yaparlar. Fellini verdiği bir röportajda, kendi sinema anlayışının çıkış noktasının karikatür ve çizgi roman olduğunu söylemiş. Antik tiyatroda duyguların maskelerle ifade edilmesi gibi, filmlerinde sıkça rastlanan birbirinden renkli akrobatlar, palyaçolar, gezgin kumpanyalar, her bedenden kadınlar, din adamları bir duyguyu, bir korkuyu temsil eder. Amarcord bu anlamda bir Fellini tipleri müzesidir. Her bir sahne çarpıcı, insanın içini ısıtan ya da burkan bir çizgi bant havası taşır. Karakterlerin yanı sıra zaman ve mekân da önemli bir rol oynar Fellini sinemasında. Amarcord’da geçen bir yıl, yönetmenin bütün çocukluk ve gençlik yılları boyunca geçen mevsimlerin toplamı gibidir. Kasaba, memleketi olan Rimini’nin izdüşümüdür. Zaten filmde adını, Rimini’de konuşulan İtalyanca’nın Emilia-Romagna lehçesinde "Hatırlıyorum" anlamına gelen “a m'arcord”dan alır.

 Film, dürüst ve kendi halinde iş yapan bir müteahhit olan asabi Aurelio, cefakâr anne Miranda, haylaz çocuklar, güzel giyinmeyi, güzel yemeği ve güzel sevmeyi bilen ama çalışmakla arası olmayan kibirli dayı, akıl hastanesinde bir amca ve çapkın dededen mütevellit kavgası gürültüsü bol, harareti yüksek tipik bir İtalyan ailesi olan Biondiler üzerine odaklanır. Olan biteni haylaz oğul Titta ile kasabanın vakanüvisinden dinleriz.

Mucizevi, neşeli, kederli olaylar birbirini izler. Evleri çatısına kadar kara gömen soğuk bir kış sabahının erken saatlerinde, kar yığınlarından oluşan bir labirente dönüşen kasaba meydanında birden bire muhteşem kuyruğunu açmış salınan bir tavus kuşu peydahlanır. Sonra beyaz elbisesi içinde Gradisca’nın çalkalanan kalçalarını görürüz.
 Titta ve arkadaşlarının fantezi dünyasında cüssesi ile orantılı bir yer edinmiş olan tütüncü kadınının devasa memeleri doldurur birden perdeyi. Oğlanların hayali o memelere dokunabilmektir. Titta şansını denemek ister. Tütüncü kadın kendisini kaldırması halinde bu hayalini gerçekleştireceğini söyler.

Bundan sonra neler olduğunu  kesinlikle izlemeniz gerekir. Bir başka unutulmaz sahne akıl hastanesinde yatan Teo Amca’nın evci çıkarılıp birlikte yemek yenildiği günün akşamı, dönüş vakti yaklaştığında bir ağaca çıkıp kadın istiyorum diye yeri göğü inletmesidir.

Okulda yapılan eşek şakaları, ahalinin büyük bir umut ve heyecanla sandallara atlayıp kasaba açıklarından geçen Rex adlı transatlantiği görmeye gitmeleri, dedenin siste kayboluşu, Volpina’nın vahşi bakışları, kasabanın delisi Biscein’in Grand Hotel’de kalan arap şeyhinin 30 karısından oluşan hareminde geçirdiği geceye ilişkin palavrası canlılıklarını asla yitirmeyecek şekilde izleyenlerin hafızasına kazınır.

Düşsellikle gerçekliği, gündelik hayatın güven veren sıkıntıları ile geleceği belirsiz kılan siyasi gerginliği harmanlayan Fellini, tıklım tıkış insan yığınlarını, düğünleri, zıvanadan çıkmış aile yemeklerini anlatırken ne kadar şen şakrak ise bireyler üzerine odaklandığında aynı derecede hüzünlüdür. Neşeli anılar geçidini gülümseyerek izletirken, alttan alta aslında hiç bir şeyin göründüğü gibi olmadığını küçük ayrıntılarla aralara serpiştirir.

Daha önce Fellini filmlerinde mekânın da ana rollerden birini üstlendiğinden bahsetmiştim. Kasaba altın çağını yaşamış ve geride bırakmıştır. Güzel günler silinmiş, karanlık bir gelecek ağır ağır çökmektedir. Biscein’in harem fantezisinin geçtiği, şatafatlı partilerin verildiği, soyluları, zenginleri ağırlayan Grand Hotel ile aynı soylularla flört eden, erkeklerin akıllarını başlarından alan, güzelliği geçen yıllarla birlikte solan  kuaför Gradisca’nın kaderleri birbirine benzer; kasabanın geçmişinin ve bugününün simgesi gibidirler.
Geçmişe özlemi neşeyle perdelenmiş bir hüzünle anlatan bir başka unutulmaz sahne, kasaba halkının görkemin ve gücün simgesi olan Rex adlı yolcu gemisini görmek için sandallarla denize açılmasıdır. Umutlarına, anılarına, huzurlu eski günlerine ne kadar yakınsalar, Rex’e de ancak o kadar yaklaşabilirler. Gemi uzaktan gelir ve geçer.

Filmin künyesine ait birkaç bilgi de vereyim. 1973 yapımı filmin muhteşem müzikleri Nino Rota’ya ait. Titta’nın Teo Amca’sını oynayan Ciccio Ingrassia, bizim kuşağın televizyon düşkünlerinin hatırlama olasılığı olan “Yavru ile Katip” serisinin “Katip”i. Sophia Loren’i andıran Gradisca rolünde oynayan Magali Noel “ İzmir’in kızları güzel olur” sözünü doğrulayan İzmir doğumlu bir İtalyandır. Film Türkiye’ye 1981 yılında gelir. Ankara’da Akün Sineması’nda oynar ki, ben sinemada izleyen azınlıktayım. İstanbul’da ise As Sineması’nda oynamış. Filmi tüm karşı çıkmalara rağmen Ülkü Tamer’in tavsiyesi ile ülkemize getiren ise Ercüment Karacanmış. Gişede iş yapmaz dene film 17 hafta gösterimde kalmış.
 Daha başka ne anlatayım bilmiyorum ki. Ölmeden izlemeniz gereken ilk on film içinde kesinlikle yer almalıdır.

29 Nisan 2010 Perşembe

The Waldorf=Astoria

Üniversite tercih formunu doldururken, kaçımız hayatta ne yapmak istediğimizi bilerek yaptık seçimlerimizi. Hayata dair hiç bir öngörüsü olmayan, okulu bitirip bir işe girinceye ya da askere gidinceye kadar da ne olup bittiğini anlayamayacak, aile tartışmalarında söz hakkı kısıtlı, sürekli susturulmuş, toplum içinde kaş göz işaretleri ile  yönetilmiş bir çocuktan 16 yaşına geldiğinde birdenbire geleceğini şekillendirecek hayati önemi haiz bir kararı vermesini beklemek çok saçma. Bu saçmalığın mutlu bir nesil yaratmadığı da ortada. Ben itiraf etmeliyim ki bilinçsizdim. Formu doldurduğum ana kadar ne yapmak istediğime ilişkin en ufak bir fikrim yoktu. Çocukken bize okutulan dünya klasikleri 18. ve 19. yy Avrupa’sının toplumsal ve kültürel hayatını ve o dönemin toplumsal değerlerinin şekillendirdiği bireyin mücadelesini anlatıyordu. Yani diyeceğim o ki, fabrikalarda canları çıkan paryaları dışarıda bırakırsak, toplumsal hayatta ahırdaki atlarla, evdeki uşaktan daha hallice bir statüye sahip kadınlara biçilen yegâne uğraş ev hanımlığı, mürebbiyelik ve ebelikti.

Bu yazının konusu 19. yüzyıl edebiyatında kadının yeri değil, baştan uyarayım. Hadi o yüzyılda erkekler örümcek kafalı, kadınlar cahildi. Sanki 20.yy çok mu parlak kariyer yollarında yürüttü kadınları. 90lı yılların sonlarına kadar ABD ve Avrupa ülkelerinde kadınlar her sektörde aynı işi yapan erkeklerden daha düşük ücretlendirildiler. Hiç olmazsa bir konuda muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak ne kelime, delip geçmişiz.Geçen yüzyılın başında kadınların yapmasına izin verilen meslekler bir önceki yüzyıllardakine ek olarak hemşirelik, sekreterlik ve dadılık oldu. Kadınların geri hizmetlerde çalışmaları uygun görülürken, bir çok ülke parlamentosunda bir kadının esas yerinin annelik ve karılık olduğuna dair ateşli tartışmalar yapıldı. Haliyle seksenlere geldiğimizde kadının toplumdaki yerine ilişkin algıda büyük bir değişiklik olsa da, geleneksel düşüncenin izleri yine çocuk kitaplarında, çizgi filmlerde görülmeye devam etti. Anlatmaya çalıştığım şeyin feminizmle ilgisi yok, bazılarınız hemen ellerini ovuşturmaya başlamasın. Mimariden bahsedeceğim, girizgâh başka bir yazıya doğru yelken açtı gidiyor. İlkokulda hatırlarsınız karne aldığımızda en baba ineklere lacivert renkli kenar süsleri olan takdirname, buzağılara ise kırmızı kenar süslü teşekkür verilirdi. İsteğe göre gönlü zengin bazı öğretmenlerin  kitap hediye ettiği de olurdu. Benim öğretmenimden aldığım ilk kitap “Beyaz Melek”ti. Severek okumuştum ve beni çok etkilemişti. Adında da tahmin edeceğiniz üzere beyaz melek bir hemşireydi! Neden doktor olmadığına hiç takılmamıştım doğrusu, çünkü yakışıklı doktoru kapmış olması benim için daha önemliymiş demek ki. Sonra yine ilkokuldayken kendimden geçerek izlediğim “Şeker Kız Candy”, Terry’i o şırfıntı tiyatrocu kıza kaptırdıktan sonra hemşire olmuş, sahra hastanelerinde çalışmıştı. Şeker Kız da gaydalı prens Albert ile mutlu sona ermişti. O nedenle ben ilk sekiz sene hemşire olacağımı düşünüyordum. Ne de olsa ucunda zengin ve yakışıklı erkekler vardı.

Sonra bir gün bir film izledim hayatım değişti. Yanlış hatırlamıyorsam “Kaderden Kaçılmaz” adıyla oynamıştı. Baş rollerinde Kirk Douglas ve Kim Novak’ın olduğu filmde Kirk Douglas bir mimarı oynuyordu. Filmden aklımda kalan tek şey adamın söylediği “güzel bir resme bakıp geçersin, güzel bir müziği dinlersin biter ama bir evde yaşarsın” sözüydü. Aman bu laf beni bir etkiledi bir etkiledi ve mimar olmaya karar verdim. Artık mesleğimi bulmuştum. Soranlara mimarlık yazacağım diyordum. Sadece bununla da kalmadım; zaten aval aval evdi, apartmandı, oteldi, köprüydü seyretmeye bayılırdım, kim yapmış, ne zaman yapmış, hangi tarzda yapılmış diye araştırmaya okumaya da başladım. Diyeceksiniz ki, olabildin mi? Yooo, siyaset bilimi okudum. Çünkü sınava az bir süre kala hayatımı değiştiren bir başka şey oldu. İşin aslı ben maymun iştahlıyım galiba. Neyse, mimarlık okumasam da mimariye olan ilgim her zaman devam etti. Yazının konusu ben çok etkileyen yapılardan biri olan "Waldorf=Astoria Oteli".

New York City'nin ender zarif binalarından birisidir. "Park Avenue" ile "Lexington Avenue" arasında boylu boyunca uzanmış yatan güzeller güzeli bu bina, binlerce işsizin gazete kağıdı serili kaldırımlarda yattığı büyük ekonomik buhranın göbeğinde açılmıştır. O yıllarda kapısında içeri hiç bir siyah Amerikan vatandaşı konuk olarak giremediği gibi, siyahlar garson, kat hizmetlisi, çamaşırcı, kapıcı olarak dahi çalıştırılmamıştır.

Bu otelin temelini oluşturan orjinal Waldorf ve Astoria otellerini yaptıran ve Amerika’nın en zengin adamı olarak bilenen John Jakob Astor'un büyük torunları William Waldorf Astor ve John Jacob Astor IV dür. Dede Astor önce kürk ticaretinden kazandığı paraları, bir deniz nakliyat şirketi kurarak daha da artırmış, o da yetmemiş kariyerine emlâkçı olarak devam ederek devasa bir servetin sahibi olmuştur. İş hayatında acımasızlığı ile tanınan bu adamın, göçmenlere uzun vadede kiraladığı binalar, arsalar kiralama döneminin sonundaki kirasıyla birlikte gelişmiş mamur bir şekilde Astor ailesine geri dönmüştür. Torunlar da cin fikirlilikte dedelerine çekmişlerdir. Ne demişler; şabı dövmekle olmaz şeker, cinsine tükürdüğüm cinsine çeker.

William Waldorf Astor, asabi, kibirli, soyluluk düşkünü, şımarık bir heriftir. Karısının mı halasının mı “Mrs Astor” olarak anılması gerektiği hususunda gereksiz bir inatlaşmaya girer ve bu yüzden halasına komşu olduğu için dedesinden kalan evde yaşamaktansa, yaşlı kadını deli etmek için yıkıp, otel yaptırmaya karar verir. Fakat daha otel tamamlanmadan "Amerika'nın artık bir centilmenin yaşayamayacağı bir yer olduğu" kanaatiyle, tasını tarağını ve bankadaki parasını toplayarak İngiltere’ye göç etmişti bile. Hissedarı olduğu bir İngiliz gazetesinin nüfuzunu kullanarak kontluk ünvanı kapar ve hayatı boyunca Amerika'daki servetinden yer. Otelini hayatı boyunca bir kez görmüştür. Waldorf Oteli 1893 yılında, 5. Cadde ile 33. Sokağın kesiştiği yerde, halasının malikanesinin dibinde, 13 katlı 450 odalı dünyanın en lüks oteli  olarak yükselir. Sabah güneşi kesilen ve devasa bir binanın gölgesinde kalan evinde huzuru kalmayan Caroline Hala, sefil yeğenin ardından Waldorf’a taşınmayı düşünmektedir. William’ın İngiliz soylularının arasına katılmasıyla aile soyadını taşımaya hak kazanan oğlu Jacop Astor IV, halasını Bahçeşehir/Manhattan’a taşınmaya ikna eder ve evi aynı  müteahhide verip, yerine 16 katlı Astoria Otelini yaptırır. Evet yanlışlık yok, böyle bir sidik yarışında son yapılanın diğerinden 4 kat uzun olması normal değil mi?

İkinci torun Jakop Astor IV'ün muhteşem servetinin dışında kendisini manşetlere taşıyan olay, Titanic yolcularından biri olmasıdır. Bu şımarık beyzade, geminin can yeleklerinden birini, 19 yaşındaki karısına içinde ne olduğunu göstermek için parçalamış sonra da üçün birini almıştır. Yalnızca kadınlara ve çocuklara ayrılan cankurtaran sandallarına binmeyi reddetmiş ve geminin güvertesinde gözlerden kaybolmuştur. Daha sonra bulunan cesedinin cebinden 4000 doların üstünde para çıkması, sandallardan birine binebilmek için başarısız bir rüşvet denemesinde bulunduğu yönünde rivayetlerin çıkmasına neden olmuştur.
Her iki bina da mimar Henry Hardenberg tarafından, görkemli dış cephesi, süslü ve muazzam salonları, duvar işlemeleri ile barok tarzda tasarlanır ve 1897de aile birliği sağlanır. İki oteli birbirine bağlayan koridor o kadar ünlü olur ki, otelin adı “Waldorf=Astoria” olarak yazılır. Ne var ki, Waldorf=Astoria “Empire State Building”e yer açılsın diye gümbür gümbür yıkılır.

Otelin yeniden inşası için en uygun mekanın, arsası “New York Central Railroad”a ait olan 49. ve 50. sokaklar arasındaki blok olduğuna karar verilir. Ancak ufak bir sorun vardır: Söz konusu mekânda, biri YMCA, diğeri “American Express”e ait olmak üzere üç büyük bina mevcuttur. Bunun dışında, “Grand Central” (Merkez İstasyonu) bölgesine enerji dağıtan, ısıtan, aydınlatan NYC merkez santralı da burada bulunmaktadır. Bu kez kendini feda edecek olan bu binalardır. 1929 yılında yıkım işlerine başlanır. Binlerce metrelik elektrik kabloları, sıcak su ve buhar boruları, hava kompresörleri, depolar, motorlar, dev vantilatörler başka bir yere taşınır. Nereye mi? Grand Central terminâl binasının 30 metre altına. Merkez İstasyonu da, Amerikan zevksizliği ile taban tabana zıt mimarisi ile hayranlık uyandıran bir başka binadır.

Yeni otelin milletin açlıktan inim inim inlediği, milyonların işsiz kaldığı ekonomik buhran döneminde yapılması, ekonomik krizlerin zenginleri değil, her zaman zaten hiç bir şeyi olmayanlarla çok az şeyi olanları vurduğunu; ekonomi tarihinin sürekli tekerrür ettiğini gösteriyor. New York şehrinin alâmeti farikası olan “Empire State Building”, “Chrysler Building”, “Bloomingdale’s” gibi binaların ortak özelliği, art-deco tarzının en güzel örnekleri olmalarının yanı sıra, hepsinin “Yık, Yap, Ekonomiye Can Kat” kampanyası kapsamında “Büyük Buhran” döneminde inşa edilmiş olmalarıdır. Ekonomik krizlere gire çıka bu işin gediklisi olan ülkemizde de, kriz zamanları inşaat sektörü alevlenir. Stilden zarafetten nasibini almamış alışveriş merkezleri ve toplu yaşama alanları hızla yükselmeye başlar. Çekmeköy, Beylikdüzü gibi bölgelerde Napoli ve Venedik’e benzeyen toplu konutlar, Ankara’da aralarındaki mesafe yüz metreyi bile bulmayan AVM'ler, Antalya sahillerinde Topkapı, Kızkulesi minyatürlü, Swarowski taşlardan imal avizelerle aydınlatılan kitsch oteller çok ihtiyacımız varmış gibi arzı endam eder. Neyse sosyalizme bulaşmadan konformizmin rahat koltuklarında içkilerimizi yudumlayarak mimari gezimize devam edelim.

47 katlı otelin yaratıcıları Schultze & Weaver, burasının konaklanacak bir mekandan ziyade yaşanacak bir yer olmasını istediklerinden, alışıldık monoton otel dekorasyonundan uzak, art deco tarzında her bir odası farklı bir zevkle döşenmiştir. Binanın, 28-41 katlar arası ise, lüks apartman dairelerinin bulunduğu Waldorf Towers olarak bilinir. İşte orjinal Waldorf=Astoria'nın külleri arasından doğan bu süper lüks otelin lobisini, odalarını, balo salonlarını anlatmaya benim naciz kelime dağarcığım yetmez.

Devasa bir blokluk yer kaplayan penceresiz lobisinin duvarları tamamen ceviz kaplamadır. Lobideki sütunlar kırmızı mermerdendir. Tavan ve kornişlerde ise altın ve gümüş varak kullanılmıştır. Benim gibi aval aval kornişlere, tavan süslemelerine dalıp heyeti kaçıranlar için lobinin ortasında orjinal otelden yadigâr kalan 3 metre uzunluğundaki 2 tonluk bronz bir saat vardır. Gerçi saat de zamanı unutturacak kadar güzel.


Balo salonlarının sıralandığı 3. kattaki gümüş koridor, kemerli tavanı ve şık avizelerinden ötürü bana kutsal bir yerde olduğum hissini vermişti. Mimariye meraklıysanız görmeden geçmek istemeyeceğiniz bir binadır. Otelin ve kulelerin yıllar içinde sayısız ünlü konuğu olmuş. Amerikan Başkanlarından Herbert Hoover ile General McArthur 50li yıllarda farklı katlarda birbirlerine komşu olarak burada yaşamışlar. Gangsterler de otelin müdavimleri arasında yer alıyor. Lucky Luciano ve Bugsy Siegel’in oteli vadi evi olarak kullanmışlıkları var.

Park Caddesi Lobisi eskiden kadınların, kocaları ya da sevgilileri hesabı öderken vakit geçirsinler diye kullanılırmış. Diyeceksiniz ki, iki dakikalık iş neden kocasının yanında beklemesin. Birincisi eskiden kredi kartı yoktu, tonla nakti sayıp ödeme yapmak zaman alıcı bir şey olsa gerek. İkincisi ve inanılır gibi değil ama gerçek nedeni para alışverişi gibi kirli bir işe kadınların tanık olmasının nezaketsizlik sayılmasıymış.

Fotoğraftaki oda, 4 adet iç içe geçmiş odadan oluşan “Presidential Suite”. Bu oda öncekli olarak Amerikan başkanı ve Dışişleri Bakanlığı üst düzey görevlilerine ayrılmış. Makam-ı âli’den talep gelmediği takdirde, “Fortune 500”de yer alan şirketlerin CEOları tarafından kullanılıyormuş. Kayıtlara göre, Nikita Khrushchev ve  General Charles de Gaulle de bu sarı döşekte yatmış. Windsor Dükü ve Düşesi yani, mülga prens Edward ile zevcesi Amerikalı Wallis Simpson da Waldorf=Astoria Towers’da yaşamış.

Otelin kendine ait Grand Central’dan Waldorf=Astoria’ya kadar gelen bir tren hattı var. Franklin D. Roosevelt ve Douglas McArthur tarafından kullanılmış bu hat. Platforma geçiş sağlayan asansör Roosevelt’i arabasıyla birlikte indirir çıkarırmış. Krizden etkilenip masrafları kıstıkları için hat kapanmış kalantorlara duyurulur.

Bu kadar güzel bir mekân olur da filmlerde kullanılmaz mı? “Kadın Kokusu” filminde kör albay Al Pacino ile sivilceli çocuk Chris O'Donnell Waldorf=Astoria’da kalırlar. Albayın sarışın hatunla tango yaptığı salon ise “Hilton Ballroom”dur. J.Lo’nun “Maid in Manhattan” adlı uçakta izlemelik filmi de bu otelde çekilmiştir.

Ayıptır söylemesi 2000 yılında bu otelde bir güncük de olsa kalmışlığım vardır. Lakin benim kaldığım odanın resimlerdeki debdebeli odalarla alakası yoktu. Zannımca bize soylu ev zengin takımının uşak ve hizmetçilerinin kaldığı odalardan birini vermişlerdi. Yere düşsen belini kırabileceğin taht misali yatağın içinde televizyon seyredip bütün minibarı boşaltmıştım.


İki Kule: La Tour Eiffel ve Tour Montparnasse

Otelimizin bulunduğu sokak, “rue de l’annonciation”, tam bir gurme alışveriş cenneti. İncecik bir şerit gibi uzanan sokağın esnafı, sağlı sollu sıralanmış şarapcı, manav, kasap “boucherie”, fırın “boulangerie”, peynirci “fromagerie”, balıkçı “poissonnerie”, lokanta “brasserie”, çiçekci ve bir de “cafe de quartier” denen mahalle kahvesinden oluşuyor. Bir iki güzel İtalyan lokantası, bir McDonalds, bir kapalı Pazar ve bir alışveriş merkezi de bu daracık sokağın içine sığışabilmiş.

Yerleşir yerleşmez babamı duşta bırakıp ben alışverişe çıkıyorum.

Akşam için peynir, “bagette”, bir şişe şarap ve yarın için meyve alacağım. Paris’e gitmişken “Boulevarde des Italiannes”de konuşlanmış lokantalarda yemek yemeden gelinir mi? Gelinir. Fransız mutfağı galatı meşhurdan başka bir şey değildir. Bir arkadaşımın dediği gibi Fransız mutfağında ana malzeme hiç bir şey, yancı sos her şey demektir. Sosları hakikaten çok lezzetli, yedirtemeyeceği yemek yok. Ama onca yolu da sos yemeye gelmedik. Ancak şarapları, söylenen her türlü övgüyü hak ediyor. Marketten ya da herhangi bir sarapherie’den alacağınız 4 Avroluk bir şişe- gözünüz hiç öyle yüksel fiyatlılara gitmesin- memleketimin 70TL’lik şarabını bağa götürüp budamadan getirir. “Cote du Rhone” şaraplarını şiddetle tavsiye ederim. Sabah kahvaltısında fazladan iki “petite pain”nin (bizim toprak mahsulleri ofis ekmeğinin aynı) arasına “camambert” peynirinden koyup, “brioche” ile birlikte çantanıza atın. Hizmet berbat dedik ama iki yıldızlı otelin kahvaltısı kuruhasan ve peynir konusunda kral sofrası gibi. Yalnız bu kahvaltıyı oda ücretine dahil etmek için sıkı pazarlık yapınız. Kurusu, peyniri bol diye 20 Avro gözden çıkarılmaz. Yanınıza alacağınız, bu küçük ekmekçikler saatler sürecek olan yürüyüşlerinizde sizin hayatınızı kurtaracak.

Şaraptan ekmekten bahsedip de peynirden söz etmemek olmaz. İkinci Dünya Savaşı sonrasında dördüncü kez ilan edilen cumhuriyet, birbiri ardına, her 6 ayda bir kurulup dağılan istikrarsız koalisyon hükümetleri ile meşhur. Öyle ki, mağdur ve mağrur General Charles de Gaulle daha güçlü bir şekilde geleceği umuduyla başkanlıktan istifa ederek gittiği 1946 seçimlerinde, 13 yıllık bir muhalefet cezasına çarptırılır. Kendisine, Diktatör Salazar’ın Portekiz’i 3 F ile-Fado Fiesta Futbol- kolaylıkla yönettiğinin hatırlatılması üzerine verdiği, “246 çeşit peynir üreten bir ülkeyi tek parti sistemi ile nasıl yönetebilirsiniz” cevabı ünlü alıntılar oskarına aday olur. Fransız peynirleri Guerlain parfümleri kadar keskin kokulu. Özellikle de preslenmemiş yumuşak cinsten olanları. Kokusu burun sızlatacak kadar ağır olan “Roquefort” haricindekileri afiyetle yiyebilirsiniz. Rivayete göre, bu peynir Charlemagne’nın en sevdiği peynirmiş. İsa’dan sonra 79 yılından bu yana varlığını sürdürdüğüne göre, neden bu kadar çok koktuğuna şaşmamak gerek.

Paris’in yolları yürümekle aşınmıyor ama tabanlarınız için aynı şeyi söyleyemeyiz. Hele bir de Seine’dan esen rüzgarla içiniz üşümüşse, cemaatin, cenaze naması kılar gibi yanyana sıralanmış masalarda saf tutup oturduğu cafélerde birer yorgunluk kahvesi için. Burada kıyaslama yapmayın sadece koyu kahvenin tadını çıkarın. Biraz mırra tadında olsalar da alışmaya bakın, zira doğru düzgün demlenmiş çay bulamıyorsunuz. Bunların olayı çay değil “Cafe Crème”. Günün her vaktinde cafélerde menemen testisi gibi sıralanmış parizyenleri sigaralarına katık ettikleri kahvelerini yudumlarken görüyorsunuz. Türk gibi tüttürmek sözü neden bize atfedilmiş anlamak mümkün değil, zira Fransızlar sigaranın bokunu çıkarırcasına içiyorlar.

Şaraptı, yemekti derken lafa daldım, babamı duşta unuttum. Daha ilk günümüzün ilk durağı “Eiffel Kulesi”ne gideceğiz. Kule, otele yakın bir mesafede. Peygamber vitesine takıp başlıyoruz yürümeye.

Fransızlar mükemmeliyetçi mi yoksa maymun iştahlı olduklarından mı, belki her iki nedenden ötürü, cumhuriyetin kıvamını ilk bir kaç denemede tutturamamış, beşe kadar vardırmışlar sayıyı. Monarşi ile cumhuriyet arasında kanlı gelgitler yaşanmış. Nihayet 1958 doğumlu beşinciyi düşük yapmadan vücuda getirmişler. Eiffel, üçüncünün fırına sürüldüğü, Prusya ordusunun kuşatması altında yaşanan hazin “Paris Komünü” hadisesi ile şehrin yıkık ve yorgun düştüğü bir dönemin ardından dikiliyor.


Bu dönem aynı zamanda Fransa’nın sanatta, bilimde, mimaride parlamaya başladığı “güzel çağ “belle époque”ın başlangıcı. O dönem “Taksim Meydan Camii” projesine benzeyen, çağın adı ile tezat bu kule, aydınlar ve halkın çoğunluğu tarafından şiddetle eleştirilse de, 1889 dünya fuarı vesilesiyle nehrin kenarına oturtuluyor. Hitler’in bile yıkmayıp bıraktığı kule, Marduk’u bekliyor. Kule ile ilgili en meşhur anekdot, Guy de Maupassant’a nefret etmesine rağmen neden her gün Eiffel Kulesi’ndeki restoranda yemek yediğinin sorulması üzerine verdiği, “o garabeti görmediğim tek yer burası da ondan” cevabıdır. Yapıldıkları dönemde ateşli tartışmalara ve muhalefete neden olan Eiffel Kulesi ve Sacré-Cœur Katedrali, bugün Fransa deyince akla ilk gelen, yüz binlerce turistin Mekke’si durumunda.

Kara gövdesiyle dev bir parfüm şişesine benzeyen “Montparnasse Kulesi” ise şehrin en çirkin yapısı. Bu binayı tasarlayanı da, inşaa edeni de, ettireni de “Concorde Meydanı”nda giyotine vurdurmak lazım. Silueti nerede olursanız olun görünen bu çirkinlik, medeniyetin sonunu getiren işgal kuvveti gibi dikiliyor. Paris’in Alman işgalinden sonra yaşadığı en büyük utanç bu olmalı.

Paris’te, Orhan Veli’nin söylediği gibi “hava bedava, bulut bedava, dere tepe bedava”. Peynir ekmek değil ama müzelerin dışı, binaların kapısı bedava. Eiffel’den geçtim, bu iğrenç kara kulenin terasına çıkmak bile ücrete tabi. Bi arkadaşa bakıp çıkacaktım diyemiyorsunuz. Şehri seyreylemenin rayici 9.50 Avro bu memlekette. Fransızlar her yeri etiketlendirmişler. Dünya kültür mirası olmuş sanatçılarının eserlerinin sergilendiği, hiç olmazsa bir müze, onu da bırakın ülkeye hizmet etmiş, düşünceleri, eserleri ve yaptıkları ile başka ülkelerin de kaderlerini etkilemiş seksen küsur vatan evladının ebedi istirahatgâhı, bir nevi anıtkabir olan Pantheon serbestçe gezilebilmeliydi. Rivayet edilir ki, Napoleon Korsika’dan kalkıp Paris’e geldiğinde çarşı izninde şehri bir gezeyim der. Önce "Notre Dame Kathedrali" ne gider ki, daha sonra burada imparator olarak taç giyecektir, kulelerine çıkartmak için Quasimodo 7 frank ister. Boş bulunup bilet alır. Buradan, o yıl açılmış olan Patheon’a gider. O yıl dediğimiz 1789 tabii ki. Kapıda biletsiz giremezsiniz dendiğinde tepesinin tası atar ve görevliyi “Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz? Ağzınızdan çıkan tek şey para para para” diye azarlayarak tarihe geçer.

Kule dibinden Harbiye’ye “École Militaire” kadar uzanan 2.5 km’lik “Parc du Champ de Mars”da yani savaş tarlası parkında yürüyoruz. Park yaşanacak olaylar hakkında kehanette bulunmuş sanki. 16. yüzyılda bağ bahçeyken, 18. yüzyılda askeri amaçlarla kullanılmaya başlanmış. Harbiye öğrencileri burada resmigeçit yaparmış. Devrim sonrasında Meclis, 16. Louis’nin kral olarak kalmasına karar verince, Cumhuriyetçiler ayağa kalkar ve bu parkta toplanır. Kalabalık önceleri dağıtılsa da, kısa süre sonra daha da büyüyerek geri gelir. O vakitler biber gazı olmadığından Ulusal Muhafızlar ateş açar, elliye yakın insan ölür. Büyükşehir Belediye başkanlarımız Arap ekolünden geldiklerinden, “buraya kaç tane AVM yapılırdı, harcamışlar güzelim alanı, üstelik her yer toprak, dökeceksin betonu” derlerdi herhalde. Şehirdeki tüm parkları toplasanız İstanbul’dan bir ilçe çıkarırsınız. Kaybedilen oyları düşünün siz. Paris toprağı yunmuş arınmış, beyaz renkte. Hiçbir yerde toprak renginde toprak görmedim. Rüzgâr esince una bulanmış gibi oluyor paçalarınız. Babamla hasbıhal ede ede Harbiye binasına yaklaşırken, değişik bir anıta denk geldik. Ne olduğunu anlamak için çevresini bir iki tavaf ettik.

Çelik ve camdan mürekkep anıt barış anıtıymış. Cam levha ve çelik sütunların üzerinde her dilde barış yazıyor. Bana Tibetli rahiplerin akıl fikir, ruh huzuru versin diye mantra mırıldanarak çevirdikleri dua sütunlarını hatırlattı. Savaş tarlasının orta yerinde üzerinde barış mantrası yazan bu sütunların faydası olur umarım.

Parkın sonundaki meydanda bizi “Papa Joffre” karşılıyor. Orduda istihkam subayı olarak görev yapmasına rağmen, Birinci Dünya Savaşı sırasında, Genel Kurmay Başkanı olmuş. Bu tonton yanaklı pala bıyıklı amca Hulusi Kentmen’e inanılmaz benziyor. Babacan, tatlı sert asker rolüne çok yakıştığından olsa gerek hayatında ordu yönetmemesine rağmen Genel Kurmay Başkanlığı yağmış. İlk günün son durağı “École Militaire”e ulaştık.

Yoksul ailelerden gelen genç subayların eğitim göreceği bir okul olarak düşünülen Harbiye XV. Louis tarafından kurulmuş. En ünlü mezunu ise Napoleon Bonaparte. Dışarıdan bakıldığında başkaca da bir özelliği yok. İçine para versen de almıyorlar. Askeri izin gerekiyormuş.

Bu noktadan sonra babamla bakışıyoruz. İkimizde de hal kalmadı. Daha bu yolun bir de dönüşü var. Yarım günlük ilk turumuzu bitirip otele doğru yola koyuluyoruz. Bu kez nehrin diğer tarafına geçiyoruz. Yol boyunca bir "Zadkine" heykeli, bir kilise, bir anıt daha görüyoruz ama artık durup neymiş ne değilmiş anlayacak halimiz yok.

Sous le Ciel de Paris: Paris Göğünün Altında

Yolculuk öncesi gerginliği huzur vermedi. Sahne heyecanı gibi bir şey bu. Yıllardır yapıyor olsan da illa karabasanları musallat edecek başına. Erkenden yatıp zıbarmam gerek, uçak 07:30 gibi çok medeni bir saatte kalkıyor. Uykum gelsin diye gözlerimi internette marine ediyorum; yumuşar da kapanırlar umuduyla. İşe yaramadı. Kan çanağı gözlerle kör şafakta dikildik. Mösyö Orhan de la Paladin çoktan kalkmış, traş olmuş, kadife takımları çekmiş, hazır ve de nazır bekliyor. Baba, düğüne mi gidiyoruz, ne bu hâl diyecek oluyorum. 10 saatlik sefilliğin başındayız. Kontrol cihazları, uzun koridorlar, yürüyen ve yürümeyen bir dolu merdivenle cenk edeceğiz. En az 6 kere x-ray cihazlarından geçerken öteceğimizden, soyunup dökünüp tekrar giyineceğiz. Baktım, Mösyö Paladin hiç oralı değil. İlk kısa mesafe deparımızı o vakitte taksi bulamadığımızdan Havaş istasyonuna doğru atıyoruz. İyi oldu, sabah serinliği yüzümüzü yıkayıp uykumuzu açtı. Alana gidince anlaşıldı vehbinin kerrakesi. Babam paşa ağırlaması yapılan VIP’den girmek istiyor, ben uçağa erken binip el bagajlarını yerleştirecek kabin bulmak istiyorum. “VIP’te kuru çaydan başka bir şey yok, arama tarama olmayacak diye kabinden olmayalım, ben malımı tepemin üstünde istiyorum. Uçağın tekerleği yer değer değmez, ayağa fırlayıp çantalarını çıkaran ve anlamsızca ayakta dikilen insan kalabalığını yardırarak bavuluma ulaşmak istemiyorum. Babam ikna oluyor.

Esenboğa havalimanında in cin tek kale maç oynuyor. Buna rağmen önümüzdeki çiftin işlemleri bir türlü bitmiyor. Bomboş orta sahada topun bize gelmesini bekliyoruz. Babam söylendi söylenecek derken yan kontuara dalarak işlemleri hallediyorum. Daha saat 07:30 olmadan iki kere soyunup dökündü, şövalye yüzüğü ve kraliyet kemerini tek tek çıkarıp taktı ve kızarmaya başladı.Salonda bir şen şakrak öten serçeler, bir biz varız bir de işi bitmeyen çift. Neyse kapımıza gidip beklerken insanlar yavaş yavaş gelmeye başlıyor. “La porte” diyor babam. “Anlamadım, ne?”. “La porte diyorum, kapının Fransızcası”. Babam yolculuğumuzun ilerleyen günlerinde Fransızcasını hayli ilerletecek. Otel çalışanlarını “bonjour”suz, “bonsoir”sız bırakmadı. Ben bu basit kelimeleri bile İngilizce söylerken, babam 1. Dünya Savaşı sonrasında etkisini ve üstünlüğünü yitiren dilleri konusunda hayli hassas olan Fransızların gönlünü fethetti. Daha önceki tecrübelerimden Fransızların, İngilizce anlamalarına rağmen Fransızca cevap verme konusundaki mallıklarını bildiğimden, sokak ortasında haritayla boğuşur, inatla yardım istemezken, babam “parlevu anglez” diyerek adamları kolundan çekip bana getirdi. Yeri gelmişken söyleyeyim; Fransızların burunları mı sürtülmüş yoksa kalpleri mi yumuşamış bilmiyorum, İngilizce konuşmada gösterdikleri isteklilik ve yardımseverlikleri beni çok şaşırttı.

Ortalık biz fark etmeden kalabalıklaşmış. Uçak ağzına kadar Umre’ye gidenlerle dolu. İtiş kakış üst üste doluşuyoruz içeriye.Arkalara yakın, stratejik açıdan berbat bir yerde oturuyoruz. Tek iyi tarafı tuvalete yakın olması. 45 dakikalık uçuşta tuvaleti kim netsin? Koridor dipsiz bir kuyu gibi görünüyor. Yemek arabası ile ilerleyen hostes henüz bir nokta halinde, seçilemiyor. Nokta büyüyüp bir insan siluetine dönüştüğünde, biz daha masalarımızı henüz indirmiş, elimiz havada, ağzı açık yem bekleyen kuş yavruları gibi tepsiye uzanırken İstanbul Havalimanı için inişe geçtiğimiz uyarısı geliyor. Zaten çay da bitmiş! Babam delici bakışları ile MR’ımı çekiyor. Striptiz şovumuzun ikinci bölümüne başlamadan önce babamı “lounge”lardan birine sokup kahvaltı niyetine bol viski ile yumuşatıp kıvama getiriyorum.

Rahat ve sorunsuz bir şekilde De Gaulle Havaalanına iniyoruz. Esas bundan sonra bizi meşakkatli bir yeraltı yolculuğu bekliyor. Paris’i avucumun içi gibi biliyorum diyenler bundan sonraki paragrafı okumadan bir sonrakine geçebilirler.

İmdi, havaalanından şehir merkezine ulaşmanın birkaç yolu var. Çok yoruldum, adım atacak halim kalmadı, keyif de benim para da diyenler taksiye binip 50 Avro’ya otellerine gidebilirler. Diğer iki seçenek otobüs ve metro. Daha önceki gidişlerimde otobüsü kullanmıştım ama pek kullanışlı bulmadım. Hem otobüs sonrası mutlaka ikinci bir araç almanız gerekiyor hem de ağır ilerleyen bir yolculuk oluyor. Yine de şehri görerek gideyim diyorsanız bavulunuzu kapıp binadan “sortie”lediğinizde sağda az ilerde sizi merkeze götürecek olan “Roissybus”ı göreceksiniz. Otobüs seçenekleri de fazla ama benim bildiğim bu. O vakitler 8.60 Avro idi, pek değiştiğini sanmıyorum. Roissy sizi “Opera” metro istasyonunun önünde bırakıyor. Bundan sonra tekrar metroya binerseniz 1.80 Avro’da burada ödüyorsunuz. Gideceğiniz yere kadar istediğiniz kadar transfer yapabiliyorsunuz. Bilet fiyatını galiba yolculuk yapacağınız bölgelere göre değişiyor. Aynı bölge içinde daha ucuz, bölgeler arasında sanki daha pahalı.

Bana göre otele varmanın en ucuz ve pratik yolu metro. Transferi ve merdiven çıkıp inmesi bol olsa da, bulunduğunuz yere en uzak metro durağı her zaman 500 metre ilerde olduğundan, metrodan çıktığınızda otelinize 5 dakikada ulaşabiliyorsunuz.
Gelelim metro seçeneğine. Bavulunuzu alıp, yolcu karşılama bölümüne çıktığınızda, gözleriniz “information” bankosunu arasın. Bu bankonun arkasındaki asansörleri kullanarak bir kat aşağıya iniyor ve karşınıza çıkan dev bilgilendirme ekranının gerisindeki yürüyen yola sapıyorsunuz.

Yol bittiğinde terminaller arasında gidip gelen “shuttle”a binip terminal 3’te iniyorsunuz. Buradan sizi merkeze götürecek RER veya B trenini alacaksınız. Shuttle’dan indiniz. Yürüyen merdivenlerle bir üst kata çıktınız. Sağ arkanızda bilet gişesini göreceksiniz.Bizim otel ikinci bölgede kalıyordu. Tek kişi için 8.50 Avro ödedik. İlk üç bölge içinde nereye giderseniz gidin aynı ücreti ödüyor olabilirsiniz. Biletinizi aldınız. Artık 22 nolu platformdan kalkacak B trenine binmek üzere bu kez yürümeyen merdivenlerden bir aşağı kata inebilirsiniz. Metro hatlarının çoğunun kesiştiği iki istasyon var. En azından ben iki tane biliyorum: “Gare du Nord” ve “Chatelet/Les Halles”. Artık gerisi size kalmış. Biletiniz alırken görevliden istediğiniz metro haritasına bakarak alacağınız hattı bulabilirsiniz.

Paris’te orta çağından art nouveau’suna her yapı, her türlü ünlü ünsüz cafe, müze 1. bölgede yer alıyor ki, yağmursuz bir günde şehri yürüyerek gezebilirsiniz. Şehrin yabancısıyım, fazla yürümeyeyim diyorsanız 3 günlük ilk 3 bölgeyi kapsayan “Paris Visite Card/Pass (PVC)” almanızı tavsiye ederim. Bu limitsiz yolculuk imkanı sağlayan bilet 1-3 bölgeler ve 3 gün için adam başı 20 Avro. PVC 1, 2, 3 ve 5 günlük olarak satılıyor. Dördüncü günü Katolik kilisesine ya da Paris belediyesine hibe etmiş oluyorsunuz. Maalesef tek bölgelik de alamıyorsunuz. Ya 1-3 ya da 1-6 bölgeleri için alacaksınız. Versailles Sarayı’na gitmeyeceksiniz (4. bölgede) ilk 3 bölgelik olanı uygun. Sadece metroda değil, otobüste ve banliyö trenlerinde de kullanabiliyorsunuz. Bu kartla birlikte metro ve şehir haritası ile indirim alabileceğiniz tur ve müzeleri gösterir bir broşür veriyorlar.

Peki Paris’e ne zaman gitmeli ve nerede kalmalı? Şehrin dört mevsimini de görmüş biri olarak en keyifli mevsimin nisan ve eylül ayları olduğunu söyleyebilirim. Parizyenler özgürlükleri, sosyal hakları ve cüzdanları söz konusu olduğunda ayağa kalkıp sokaklara dökülmekten bu uğurda kelle alıp, grev yapmaktan hiç çekinmezler. Paris sokakları kanla yıkandığı kadar, kamu çalışanları ve turistlerin tabanları ile de aşınmıştır. Gittiğiniz zaman grev olmasın yeter. 1995 senesinde Chirac, AB kriterlerini karşılayabilmek için aile, çocuk, öğrenci, sağlık gibi sosyal yardımları tırpanlayınca cuş-u huruşa gelerek galeyan eden kamu çalışanları 3 haftalık bir genel greve gitmişlerdi. Biz de kendimizi daha İstanbul’dayken bu grevin göbeğinde buluvermiştik. Önce havaalanı çalışanları grevi yüzünden uçuşumuz iptal oldu ve saatlerce havalimanında mahsur kaldık. Gecenin bir vakti Paris’e vardığımızda metro çalışanlarının de grevde olduğunu öğrenerek çöktük.
Hizmet sektöründe Amerika ve Avrupa’nın fersah fersah ötesinde olduğumuzu düşünürüm. Ödediğiniz paranın hakkını güzellikle de olsa kabalıkla da olsa alırsınız.Özellikle otel ve restoran hizmetlerinde aşırılığa varan bir servis kalitesi mevcuttur. Paris’te bunu unutun. George V’te kalmıyorsanız, kaç yıldızlı otelde kaldığınızın hizmet açısından hiç bir farkı yoktur. Bizdeki 4 yıldızlı oda fiyatını iki yıldızlı bir otele vereceğinizi şimdiden kabullenin; merkeze yakın 2 yıldızlı bir otele fit olun. Ben 95’den beri “Les Hauts de Passy” kalıyorum. İlk yıllarda odalarının “Sefiller’in Jean Valjean’ının dolaştığı kanalizasyonlardan farkı yokken, artık bakımlı, pırıl pırıl bir otel. Otelimize ulaştık. Güneşin batmasına hayli zaman var. Birazdan kendimizi yollara vuracağız.