29 Nisan 2010 Perşembe

İki Kule: La Tour Eiffel ve Tour Montparnasse

Otelimizin bulunduğu sokak, “rue de l’annonciation”, tam bir gurme alışveriş cenneti. İncecik bir şerit gibi uzanan sokağın esnafı, sağlı sollu sıralanmış şarapcı, manav, kasap “boucherie”, fırın “boulangerie”, peynirci “fromagerie”, balıkçı “poissonnerie”, lokanta “brasserie”, çiçekci ve bir de “cafe de quartier” denen mahalle kahvesinden oluşuyor. Bir iki güzel İtalyan lokantası, bir McDonalds, bir kapalı Pazar ve bir alışveriş merkezi de bu daracık sokağın içine sığışabilmiş.

Yerleşir yerleşmez babamı duşta bırakıp ben alışverişe çıkıyorum.

Akşam için peynir, “bagette”, bir şişe şarap ve yarın için meyve alacağım. Paris’e gitmişken “Boulevarde des Italiannes”de konuşlanmış lokantalarda yemek yemeden gelinir mi? Gelinir. Fransız mutfağı galatı meşhurdan başka bir şey değildir. Bir arkadaşımın dediği gibi Fransız mutfağında ana malzeme hiç bir şey, yancı sos her şey demektir. Sosları hakikaten çok lezzetli, yedirtemeyeceği yemek yok. Ama onca yolu da sos yemeye gelmedik. Ancak şarapları, söylenen her türlü övgüyü hak ediyor. Marketten ya da herhangi bir sarapherie’den alacağınız 4 Avroluk bir şişe- gözünüz hiç öyle yüksel fiyatlılara gitmesin- memleketimin 70TL’lik şarabını bağa götürüp budamadan getirir. “Cote du Rhone” şaraplarını şiddetle tavsiye ederim. Sabah kahvaltısında fazladan iki “petite pain”nin (bizim toprak mahsulleri ofis ekmeğinin aynı) arasına “camambert” peynirinden koyup, “brioche” ile birlikte çantanıza atın. Hizmet berbat dedik ama iki yıldızlı otelin kahvaltısı kuruhasan ve peynir konusunda kral sofrası gibi. Yalnız bu kahvaltıyı oda ücretine dahil etmek için sıkı pazarlık yapınız. Kurusu, peyniri bol diye 20 Avro gözden çıkarılmaz. Yanınıza alacağınız, bu küçük ekmekçikler saatler sürecek olan yürüyüşlerinizde sizin hayatınızı kurtaracak.

Şaraptan ekmekten bahsedip de peynirden söz etmemek olmaz. İkinci Dünya Savaşı sonrasında dördüncü kez ilan edilen cumhuriyet, birbiri ardına, her 6 ayda bir kurulup dağılan istikrarsız koalisyon hükümetleri ile meşhur. Öyle ki, mağdur ve mağrur General Charles de Gaulle daha güçlü bir şekilde geleceği umuduyla başkanlıktan istifa ederek gittiği 1946 seçimlerinde, 13 yıllık bir muhalefet cezasına çarptırılır. Kendisine, Diktatör Salazar’ın Portekiz’i 3 F ile-Fado Fiesta Futbol- kolaylıkla yönettiğinin hatırlatılması üzerine verdiği, “246 çeşit peynir üreten bir ülkeyi tek parti sistemi ile nasıl yönetebilirsiniz” cevabı ünlü alıntılar oskarına aday olur. Fransız peynirleri Guerlain parfümleri kadar keskin kokulu. Özellikle de preslenmemiş yumuşak cinsten olanları. Kokusu burun sızlatacak kadar ağır olan “Roquefort” haricindekileri afiyetle yiyebilirsiniz. Rivayete göre, bu peynir Charlemagne’nın en sevdiği peynirmiş. İsa’dan sonra 79 yılından bu yana varlığını sürdürdüğüne göre, neden bu kadar çok koktuğuna şaşmamak gerek.

Paris’in yolları yürümekle aşınmıyor ama tabanlarınız için aynı şeyi söyleyemeyiz. Hele bir de Seine’dan esen rüzgarla içiniz üşümüşse, cemaatin, cenaze naması kılar gibi yanyana sıralanmış masalarda saf tutup oturduğu cafélerde birer yorgunluk kahvesi için. Burada kıyaslama yapmayın sadece koyu kahvenin tadını çıkarın. Biraz mırra tadında olsalar da alışmaya bakın, zira doğru düzgün demlenmiş çay bulamıyorsunuz. Bunların olayı çay değil “Cafe Crème”. Günün her vaktinde cafélerde menemen testisi gibi sıralanmış parizyenleri sigaralarına katık ettikleri kahvelerini yudumlarken görüyorsunuz. Türk gibi tüttürmek sözü neden bize atfedilmiş anlamak mümkün değil, zira Fransızlar sigaranın bokunu çıkarırcasına içiyorlar.

Şaraptı, yemekti derken lafa daldım, babamı duşta unuttum. Daha ilk günümüzün ilk durağı “Eiffel Kulesi”ne gideceğiz. Kule, otele yakın bir mesafede. Peygamber vitesine takıp başlıyoruz yürümeye.

Fransızlar mükemmeliyetçi mi yoksa maymun iştahlı olduklarından mı, belki her iki nedenden ötürü, cumhuriyetin kıvamını ilk bir kaç denemede tutturamamış, beşe kadar vardırmışlar sayıyı. Monarşi ile cumhuriyet arasında kanlı gelgitler yaşanmış. Nihayet 1958 doğumlu beşinciyi düşük yapmadan vücuda getirmişler. Eiffel, üçüncünün fırına sürüldüğü, Prusya ordusunun kuşatması altında yaşanan hazin “Paris Komünü” hadisesi ile şehrin yıkık ve yorgun düştüğü bir dönemin ardından dikiliyor.


Bu dönem aynı zamanda Fransa’nın sanatta, bilimde, mimaride parlamaya başladığı “güzel çağ “belle époque”ın başlangıcı. O dönem “Taksim Meydan Camii” projesine benzeyen, çağın adı ile tezat bu kule, aydınlar ve halkın çoğunluğu tarafından şiddetle eleştirilse de, 1889 dünya fuarı vesilesiyle nehrin kenarına oturtuluyor. Hitler’in bile yıkmayıp bıraktığı kule, Marduk’u bekliyor. Kule ile ilgili en meşhur anekdot, Guy de Maupassant’a nefret etmesine rağmen neden her gün Eiffel Kulesi’ndeki restoranda yemek yediğinin sorulması üzerine verdiği, “o garabeti görmediğim tek yer burası da ondan” cevabıdır. Yapıldıkları dönemde ateşli tartışmalara ve muhalefete neden olan Eiffel Kulesi ve Sacré-Cœur Katedrali, bugün Fransa deyince akla ilk gelen, yüz binlerce turistin Mekke’si durumunda.

Kara gövdesiyle dev bir parfüm şişesine benzeyen “Montparnasse Kulesi” ise şehrin en çirkin yapısı. Bu binayı tasarlayanı da, inşaa edeni de, ettireni de “Concorde Meydanı”nda giyotine vurdurmak lazım. Silueti nerede olursanız olun görünen bu çirkinlik, medeniyetin sonunu getiren işgal kuvveti gibi dikiliyor. Paris’in Alman işgalinden sonra yaşadığı en büyük utanç bu olmalı.

Paris’te, Orhan Veli’nin söylediği gibi “hava bedava, bulut bedava, dere tepe bedava”. Peynir ekmek değil ama müzelerin dışı, binaların kapısı bedava. Eiffel’den geçtim, bu iğrenç kara kulenin terasına çıkmak bile ücrete tabi. Bi arkadaşa bakıp çıkacaktım diyemiyorsunuz. Şehri seyreylemenin rayici 9.50 Avro bu memlekette. Fransızlar her yeri etiketlendirmişler. Dünya kültür mirası olmuş sanatçılarının eserlerinin sergilendiği, hiç olmazsa bir müze, onu da bırakın ülkeye hizmet etmiş, düşünceleri, eserleri ve yaptıkları ile başka ülkelerin de kaderlerini etkilemiş seksen küsur vatan evladının ebedi istirahatgâhı, bir nevi anıtkabir olan Pantheon serbestçe gezilebilmeliydi. Rivayet edilir ki, Napoleon Korsika’dan kalkıp Paris’e geldiğinde çarşı izninde şehri bir gezeyim der. Önce "Notre Dame Kathedrali" ne gider ki, daha sonra burada imparator olarak taç giyecektir, kulelerine çıkartmak için Quasimodo 7 frank ister. Boş bulunup bilet alır. Buradan, o yıl açılmış olan Patheon’a gider. O yıl dediğimiz 1789 tabii ki. Kapıda biletsiz giremezsiniz dendiğinde tepesinin tası atar ve görevliyi “Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz? Ağzınızdan çıkan tek şey para para para” diye azarlayarak tarihe geçer.

Kule dibinden Harbiye’ye “École Militaire” kadar uzanan 2.5 km’lik “Parc du Champ de Mars”da yani savaş tarlası parkında yürüyoruz. Park yaşanacak olaylar hakkında kehanette bulunmuş sanki. 16. yüzyılda bağ bahçeyken, 18. yüzyılda askeri amaçlarla kullanılmaya başlanmış. Harbiye öğrencileri burada resmigeçit yaparmış. Devrim sonrasında Meclis, 16. Louis’nin kral olarak kalmasına karar verince, Cumhuriyetçiler ayağa kalkar ve bu parkta toplanır. Kalabalık önceleri dağıtılsa da, kısa süre sonra daha da büyüyerek geri gelir. O vakitler biber gazı olmadığından Ulusal Muhafızlar ateş açar, elliye yakın insan ölür. Büyükşehir Belediye başkanlarımız Arap ekolünden geldiklerinden, “buraya kaç tane AVM yapılırdı, harcamışlar güzelim alanı, üstelik her yer toprak, dökeceksin betonu” derlerdi herhalde. Şehirdeki tüm parkları toplasanız İstanbul’dan bir ilçe çıkarırsınız. Kaybedilen oyları düşünün siz. Paris toprağı yunmuş arınmış, beyaz renkte. Hiçbir yerde toprak renginde toprak görmedim. Rüzgâr esince una bulanmış gibi oluyor paçalarınız. Babamla hasbıhal ede ede Harbiye binasına yaklaşırken, değişik bir anıta denk geldik. Ne olduğunu anlamak için çevresini bir iki tavaf ettik.

Çelik ve camdan mürekkep anıt barış anıtıymış. Cam levha ve çelik sütunların üzerinde her dilde barış yazıyor. Bana Tibetli rahiplerin akıl fikir, ruh huzuru versin diye mantra mırıldanarak çevirdikleri dua sütunlarını hatırlattı. Savaş tarlasının orta yerinde üzerinde barış mantrası yazan bu sütunların faydası olur umarım.

Parkın sonundaki meydanda bizi “Papa Joffre” karşılıyor. Orduda istihkam subayı olarak görev yapmasına rağmen, Birinci Dünya Savaşı sırasında, Genel Kurmay Başkanı olmuş. Bu tonton yanaklı pala bıyıklı amca Hulusi Kentmen’e inanılmaz benziyor. Babacan, tatlı sert asker rolüne çok yakıştığından olsa gerek hayatında ordu yönetmemesine rağmen Genel Kurmay Başkanlığı yağmış. İlk günün son durağı “École Militaire”e ulaştık.

Yoksul ailelerden gelen genç subayların eğitim göreceği bir okul olarak düşünülen Harbiye XV. Louis tarafından kurulmuş. En ünlü mezunu ise Napoleon Bonaparte. Dışarıdan bakıldığında başkaca da bir özelliği yok. İçine para versen de almıyorlar. Askeri izin gerekiyormuş.

Bu noktadan sonra babamla bakışıyoruz. İkimizde de hal kalmadı. Daha bu yolun bir de dönüşü var. Yarım günlük ilk turumuzu bitirip otele doğru yola koyuluyoruz. Bu kez nehrin diğer tarafına geçiyoruz. Yol boyunca bir "Zadkine" heykeli, bir kilise, bir anıt daha görüyoruz ama artık durup neymiş ne değilmiş anlayacak halimiz yok.

Hiç yorum yok: