30 Nisan 2010 Cuma

Benim Sinemalarım :Amarcord

Çocukluğu ağaç tepelerinde geçen, hobileri define avı, misket oynamak ve oğlan çocuğu dövmek olan bendeniz, ortaokula başladığım yaz aşık oldum. Lakin bu kadınlık bilgisi bana genler vasıtasıyla taşınmamış olduğundan oğlan çocuklarının dövülmeyip sevilmesi gerektiğini idrak etmem çok uzun yıllarımı aldı. Ev halkı için şeytan çekici, mahalleli için erkek fatma olarak asla evrilip bir kuğuya dönüşemedim. Kalbimde baş gösteren yumuşamanın anlaşılmaması için sokaktan elimi ayağımı çekip kendimi filmlerin ve kitapların sihirli dünyasına hapsettim. Başlangıçta bu durumdan en çok memnun olanlar bizimkilerdi. Babaannem beni ağaç tepelerinden indirmekten, babam her akşam bir şikayetle kapıya gelen komşulardan kurtulmuştu. Mahallede bir dönem kapanmış yeni bir dönem başlamıştı.Ben kapısından adım attığım yeni dünyamın içlerine doğru, ardımda çakıl taşı bırakmadan ilerliyordum. İp atlama, çift lastik, yakar top, bisiklet, teras demirlerinde sallanma gibi en sevdiğim oyun tekliflerini geri çeviriyordum. Bir süre sonra bizimkiler beni sokağa çıkmam için zorlamaya başladılar ama başarılı olamadılar. Derken annem beni alıp falcılara götürdü, ne olacak bu çocuğun hali diye. Hiç unutmam, bocuklardan, taşlardan, fasulye ve bakla tanelerinden oluşan bir torbayı önüme boşaltıp geleceğime dair kehanette bulunan kadın, “bu çocuk okumaya çok düşkün ama bir süre sonra sıkılacak ve eline kitap almayacak” dediğinde annem derin bir oh çekmişti.

Daha düne kadar yakaladığımız sinekleri ayna ile yakarken, dertop olmalarını görmek için tespih böceklerini çöplerle dürtükler, kertenkele kuyruklarını yeniden çıkacak mı merakıyla keserken, ateş böceği avlar, bostan sulamak için kullanılan havuzun soğuk sularında dalgıçlık yapar, teras demirlerinde “nadyakomanaçilik” oynarken, şimdi henüz bilmediğim acıları, yaşamadığım aşkları kitaplar aracılığıyla tecrübe ediyor, hayatı kitaplardan öğreniyor, gerçeğin kurgusunun kitaplardaki, filmlerdeki gibi olduğunu sanıyordum. Kitap ve filmlerdeki hayatın gözlemcisiydim. Onlardan öğrendiklerimi taklit ediyordum. Sanatın hayatı taklit etmekle birlikte benzemezliğini öğrenecek kadar büyümemiştim henüz. Anlatmak anlaşılmaya yetmiyordu. Ne kadar çok seversen o kadar sevilmiyordun.. Sevmek, yazılı olmayan ve tam öğrendiğini düşündüğün an değişen kuralları olan bir oyundu. Eşitliği sağlanamaz bir denklemdi. Matematik dersinde öğretmen bilerek hatalı soru sorar, bizim kıvranmamızı keyifle izlerdi. Onun yanılmayacağına olan inancımız mı, ezberimizden şaşmamak için mi yoksa kendimize olan güvensizliğimizden mi, “hocam bu soru yanlış” diyemez, dengeyi denklemeye çalışırdık. Okulda hiç ikmâle kalmadım ama hayat çok tekrara bıraktı. Her şey zıttı ile kaimmiş. Kabı dolduran boşlukmuş. Artık hiç bir zaman çocuk olamayacağının miladı annenin ölmesiymiş.

Boş bir levhaydım. Şimdi marjinime kadar her yanım dolu. Geçmişimi hatırlamaya, hatırladıklarımı silerek yer açmaya;  başlangıçtaki saf boşluğuma dönmeye çalışıyorum. Anılarımı kazıyorum. Ben kazdıkça, açmaya uğraştığım çukurlara akıp dolduruyor, hayatımın üstüne kapaklanıp kim olduğumu hatırlamama izin vermiyorlar. Masumiyetim yaptığım çok katmanlı kazının en dibinde yatıyor.

Bizimkilerin, benim sokak çocuğu mu, kitap kurdu olarak mı kalmam gerektiği konusunda kararsız kaldıkları sene, amcam “gel seninle gezelim biraz” diyerek beni dışarı çıkardı. Bu yetişkinler dünyasına kabul töreniydi. Annemin ayda bir ya da iki kere tiyatroya götürmesini saymazsam, ilk defa bir yetişkinle evde yalnız bırakılamayacağım için değil eşlik etmek için gezmeye götürülüyordum. Türkçe dersi için bir hikaye hazırlayıp sınıfta anlatacaktık. Ödevimden bahsedince amcam Zafer Çarşısı’ndaki kitapçılara götürdü beni. O vakitler Varlık, Remzi, Dost gibi yayınevlerinin kitapçıları ve sahaflar vardı bu yeraltı çarşısında. Tek başına o yoldan geçecek yaşa geldiğimde yayınevlerinin yerini ders ve test kitapları satan toptancılar almıştı. Amcam Sait Faik’in öykülerinin yer aldığı bir serinin ilk kitabını aldı bana ve “Semaver”e çalışmamı önerdi. Semaver Sait Faik’in en güzel ve benim en sevdiğim öyküsüdür. Semaver yıllarca hayal dünyamda fokurdadı durdu.

Bulvar boyunca yürürken, okuduğum kitapları anlatıyor, sorular soruyordum. Amcamın cevapları ile kafamda onlarca yeni soru yeşeriyordu. Her adımda çocuk değil adam yerine konulduğumu hissederek büyüyor, kendimle gurur duyuyordum. Yürüyerek Akün’ün önüne geldiğimizde bir başka olağanüstü adamla tanıştım. Amcamın unutamayacağın bir film izleyeceksin diyerek beni sinemaya sürüklediği film Fellini’nin Amarcord’u idi. Benim hatırlamaya çalıştıklarımı o  hiç unutmamış, çocukluğunun büyülü dünyasını yeniden inşa etmişti.
Film baharın gelişini kutlayan şenlik yürüyüşü ile açılır. Güneşin yüzü henüz ısıtmıyor olsa da, soğun şiddeti kırılmıştır. Takvim baharın ilk gününü göstermektedir. Rüzgâr tohum taşıyan pamukçukları çılgınca oradan oraya savururken, şenlik alayı kasaba meydanında yakılan ateşte kıştan kalanları yakmaktadır.

Aslında bir hikayesi yoktur. Yönetmen çocukluk ve gençlik fantezilerini şiirsel bir dille anlatırken, aynı zamanda faşizmin ayak seslerinin duyulmaya başladığı 30lı yıllar İtalya’sı küçük bir sahil kasabası ölçeğinde resmetmektedir. Anılara karışan hayâller, artık bir hayâl olan anılar abartılı ve bir o kadar renkli karakterlerle birlikte resmi geçit yaparlar. Fellini verdiği bir röportajda, kendi sinema anlayışının çıkış noktasının karikatür ve çizgi roman olduğunu söylemiş. Antik tiyatroda duyguların maskelerle ifade edilmesi gibi, filmlerinde sıkça rastlanan birbirinden renkli akrobatlar, palyaçolar, gezgin kumpanyalar, her bedenden kadınlar, din adamları bir duyguyu, bir korkuyu temsil eder. Amarcord bu anlamda bir Fellini tipleri müzesidir. Her bir sahne çarpıcı, insanın içini ısıtan ya da burkan bir çizgi bant havası taşır. Karakterlerin yanı sıra zaman ve mekân da önemli bir rol oynar Fellini sinemasında. Amarcord’da geçen bir yıl, yönetmenin bütün çocukluk ve gençlik yılları boyunca geçen mevsimlerin toplamı gibidir. Kasaba, memleketi olan Rimini’nin izdüşümüdür. Zaten filmde adını, Rimini’de konuşulan İtalyanca’nın Emilia-Romagna lehçesinde "Hatırlıyorum" anlamına gelen “a m'arcord”dan alır.

 Film, dürüst ve kendi halinde iş yapan bir müteahhit olan asabi Aurelio, cefakâr anne Miranda, haylaz çocuklar, güzel giyinmeyi, güzel yemeği ve güzel sevmeyi bilen ama çalışmakla arası olmayan kibirli dayı, akıl hastanesinde bir amca ve çapkın dededen mütevellit kavgası gürültüsü bol, harareti yüksek tipik bir İtalyan ailesi olan Biondiler üzerine odaklanır. Olan biteni haylaz oğul Titta ile kasabanın vakanüvisinden dinleriz.

Mucizevi, neşeli, kederli olaylar birbirini izler. Evleri çatısına kadar kara gömen soğuk bir kış sabahının erken saatlerinde, kar yığınlarından oluşan bir labirente dönüşen kasaba meydanında birden bire muhteşem kuyruğunu açmış salınan bir tavus kuşu peydahlanır. Sonra beyaz elbisesi içinde Gradisca’nın çalkalanan kalçalarını görürüz.
 Titta ve arkadaşlarının fantezi dünyasında cüssesi ile orantılı bir yer edinmiş olan tütüncü kadınının devasa memeleri doldurur birden perdeyi. Oğlanların hayali o memelere dokunabilmektir. Titta şansını denemek ister. Tütüncü kadın kendisini kaldırması halinde bu hayalini gerçekleştireceğini söyler.

Bundan sonra neler olduğunu  kesinlikle izlemeniz gerekir. Bir başka unutulmaz sahne akıl hastanesinde yatan Teo Amca’nın evci çıkarılıp birlikte yemek yenildiği günün akşamı, dönüş vakti yaklaştığında bir ağaca çıkıp kadın istiyorum diye yeri göğü inletmesidir.

Okulda yapılan eşek şakaları, ahalinin büyük bir umut ve heyecanla sandallara atlayıp kasaba açıklarından geçen Rex adlı transatlantiği görmeye gitmeleri, dedenin siste kayboluşu, Volpina’nın vahşi bakışları, kasabanın delisi Biscein’in Grand Hotel’de kalan arap şeyhinin 30 karısından oluşan hareminde geçirdiği geceye ilişkin palavrası canlılıklarını asla yitirmeyecek şekilde izleyenlerin hafızasına kazınır.

Düşsellikle gerçekliği, gündelik hayatın güven veren sıkıntıları ile geleceği belirsiz kılan siyasi gerginliği harmanlayan Fellini, tıklım tıkış insan yığınlarını, düğünleri, zıvanadan çıkmış aile yemeklerini anlatırken ne kadar şen şakrak ise bireyler üzerine odaklandığında aynı derecede hüzünlüdür. Neşeli anılar geçidini gülümseyerek izletirken, alttan alta aslında hiç bir şeyin göründüğü gibi olmadığını küçük ayrıntılarla aralara serpiştirir.

Daha önce Fellini filmlerinde mekânın da ana rollerden birini üstlendiğinden bahsetmiştim. Kasaba altın çağını yaşamış ve geride bırakmıştır. Güzel günler silinmiş, karanlık bir gelecek ağır ağır çökmektedir. Biscein’in harem fantezisinin geçtiği, şatafatlı partilerin verildiği, soyluları, zenginleri ağırlayan Grand Hotel ile aynı soylularla flört eden, erkeklerin akıllarını başlarından alan, güzelliği geçen yıllarla birlikte solan  kuaför Gradisca’nın kaderleri birbirine benzer; kasabanın geçmişinin ve bugününün simgesi gibidirler.
Geçmişe özlemi neşeyle perdelenmiş bir hüzünle anlatan bir başka unutulmaz sahne, kasaba halkının görkemin ve gücün simgesi olan Rex adlı yolcu gemisini görmek için sandallarla denize açılmasıdır. Umutlarına, anılarına, huzurlu eski günlerine ne kadar yakınsalar, Rex’e de ancak o kadar yaklaşabilirler. Gemi uzaktan gelir ve geçer.

Filmin künyesine ait birkaç bilgi de vereyim. 1973 yapımı filmin muhteşem müzikleri Nino Rota’ya ait. Titta’nın Teo Amca’sını oynayan Ciccio Ingrassia, bizim kuşağın televizyon düşkünlerinin hatırlama olasılığı olan “Yavru ile Katip” serisinin “Katip”i. Sophia Loren’i andıran Gradisca rolünde oynayan Magali Noel “ İzmir’in kızları güzel olur” sözünü doğrulayan İzmir doğumlu bir İtalyandır. Film Türkiye’ye 1981 yılında gelir. Ankara’da Akün Sineması’nda oynar ki, ben sinemada izleyen azınlıktayım. İstanbul’da ise As Sineması’nda oynamış. Filmi tüm karşı çıkmalara rağmen Ülkü Tamer’in tavsiyesi ile ülkemize getiren ise Ercüment Karacanmış. Gişede iş yapmaz dene film 17 hafta gösterimde kalmış.
 Daha başka ne anlatayım bilmiyorum ki. Ölmeden izlemeniz gereken ilk on film içinde kesinlikle yer almalıdır.

Hiç yorum yok: