29 Nisan 2010 Perşembe

Sous le Ciel de Paris: Paris Göğünün Altında

Yolculuk öncesi gerginliği huzur vermedi. Sahne heyecanı gibi bir şey bu. Yıllardır yapıyor olsan da illa karabasanları musallat edecek başına. Erkenden yatıp zıbarmam gerek, uçak 07:30 gibi çok medeni bir saatte kalkıyor. Uykum gelsin diye gözlerimi internette marine ediyorum; yumuşar da kapanırlar umuduyla. İşe yaramadı. Kan çanağı gözlerle kör şafakta dikildik. Mösyö Orhan de la Paladin çoktan kalkmış, traş olmuş, kadife takımları çekmiş, hazır ve de nazır bekliyor. Baba, düğüne mi gidiyoruz, ne bu hâl diyecek oluyorum. 10 saatlik sefilliğin başındayız. Kontrol cihazları, uzun koridorlar, yürüyen ve yürümeyen bir dolu merdivenle cenk edeceğiz. En az 6 kere x-ray cihazlarından geçerken öteceğimizden, soyunup dökünüp tekrar giyineceğiz. Baktım, Mösyö Paladin hiç oralı değil. İlk kısa mesafe deparımızı o vakitte taksi bulamadığımızdan Havaş istasyonuna doğru atıyoruz. İyi oldu, sabah serinliği yüzümüzü yıkayıp uykumuzu açtı. Alana gidince anlaşıldı vehbinin kerrakesi. Babam paşa ağırlaması yapılan VIP’den girmek istiyor, ben uçağa erken binip el bagajlarını yerleştirecek kabin bulmak istiyorum. “VIP’te kuru çaydan başka bir şey yok, arama tarama olmayacak diye kabinden olmayalım, ben malımı tepemin üstünde istiyorum. Uçağın tekerleği yer değer değmez, ayağa fırlayıp çantalarını çıkaran ve anlamsızca ayakta dikilen insan kalabalığını yardırarak bavuluma ulaşmak istemiyorum. Babam ikna oluyor.

Esenboğa havalimanında in cin tek kale maç oynuyor. Buna rağmen önümüzdeki çiftin işlemleri bir türlü bitmiyor. Bomboş orta sahada topun bize gelmesini bekliyoruz. Babam söylendi söylenecek derken yan kontuara dalarak işlemleri hallediyorum. Daha saat 07:30 olmadan iki kere soyunup dökündü, şövalye yüzüğü ve kraliyet kemerini tek tek çıkarıp taktı ve kızarmaya başladı.Salonda bir şen şakrak öten serçeler, bir biz varız bir de işi bitmeyen çift. Neyse kapımıza gidip beklerken insanlar yavaş yavaş gelmeye başlıyor. “La porte” diyor babam. “Anlamadım, ne?”. “La porte diyorum, kapının Fransızcası”. Babam yolculuğumuzun ilerleyen günlerinde Fransızcasını hayli ilerletecek. Otel çalışanlarını “bonjour”suz, “bonsoir”sız bırakmadı. Ben bu basit kelimeleri bile İngilizce söylerken, babam 1. Dünya Savaşı sonrasında etkisini ve üstünlüğünü yitiren dilleri konusunda hayli hassas olan Fransızların gönlünü fethetti. Daha önceki tecrübelerimden Fransızların, İngilizce anlamalarına rağmen Fransızca cevap verme konusundaki mallıklarını bildiğimden, sokak ortasında haritayla boğuşur, inatla yardım istemezken, babam “parlevu anglez” diyerek adamları kolundan çekip bana getirdi. Yeri gelmişken söyleyeyim; Fransızların burunları mı sürtülmüş yoksa kalpleri mi yumuşamış bilmiyorum, İngilizce konuşmada gösterdikleri isteklilik ve yardımseverlikleri beni çok şaşırttı.

Ortalık biz fark etmeden kalabalıklaşmış. Uçak ağzına kadar Umre’ye gidenlerle dolu. İtiş kakış üst üste doluşuyoruz içeriye.Arkalara yakın, stratejik açıdan berbat bir yerde oturuyoruz. Tek iyi tarafı tuvalete yakın olması. 45 dakikalık uçuşta tuvaleti kim netsin? Koridor dipsiz bir kuyu gibi görünüyor. Yemek arabası ile ilerleyen hostes henüz bir nokta halinde, seçilemiyor. Nokta büyüyüp bir insan siluetine dönüştüğünde, biz daha masalarımızı henüz indirmiş, elimiz havada, ağzı açık yem bekleyen kuş yavruları gibi tepsiye uzanırken İstanbul Havalimanı için inişe geçtiğimiz uyarısı geliyor. Zaten çay da bitmiş! Babam delici bakışları ile MR’ımı çekiyor. Striptiz şovumuzun ikinci bölümüne başlamadan önce babamı “lounge”lardan birine sokup kahvaltı niyetine bol viski ile yumuşatıp kıvama getiriyorum.

Rahat ve sorunsuz bir şekilde De Gaulle Havaalanına iniyoruz. Esas bundan sonra bizi meşakkatli bir yeraltı yolculuğu bekliyor. Paris’i avucumun içi gibi biliyorum diyenler bundan sonraki paragrafı okumadan bir sonrakine geçebilirler.

İmdi, havaalanından şehir merkezine ulaşmanın birkaç yolu var. Çok yoruldum, adım atacak halim kalmadı, keyif de benim para da diyenler taksiye binip 50 Avro’ya otellerine gidebilirler. Diğer iki seçenek otobüs ve metro. Daha önceki gidişlerimde otobüsü kullanmıştım ama pek kullanışlı bulmadım. Hem otobüs sonrası mutlaka ikinci bir araç almanız gerekiyor hem de ağır ilerleyen bir yolculuk oluyor. Yine de şehri görerek gideyim diyorsanız bavulunuzu kapıp binadan “sortie”lediğinizde sağda az ilerde sizi merkeze götürecek olan “Roissybus”ı göreceksiniz. Otobüs seçenekleri de fazla ama benim bildiğim bu. O vakitler 8.60 Avro idi, pek değiştiğini sanmıyorum. Roissy sizi “Opera” metro istasyonunun önünde bırakıyor. Bundan sonra tekrar metroya binerseniz 1.80 Avro’da burada ödüyorsunuz. Gideceğiniz yere kadar istediğiniz kadar transfer yapabiliyorsunuz. Bilet fiyatını galiba yolculuk yapacağınız bölgelere göre değişiyor. Aynı bölge içinde daha ucuz, bölgeler arasında sanki daha pahalı.

Bana göre otele varmanın en ucuz ve pratik yolu metro. Transferi ve merdiven çıkıp inmesi bol olsa da, bulunduğunuz yere en uzak metro durağı her zaman 500 metre ilerde olduğundan, metrodan çıktığınızda otelinize 5 dakikada ulaşabiliyorsunuz.
Gelelim metro seçeneğine. Bavulunuzu alıp, yolcu karşılama bölümüne çıktığınızda, gözleriniz “information” bankosunu arasın. Bu bankonun arkasındaki asansörleri kullanarak bir kat aşağıya iniyor ve karşınıza çıkan dev bilgilendirme ekranının gerisindeki yürüyen yola sapıyorsunuz.

Yol bittiğinde terminaller arasında gidip gelen “shuttle”a binip terminal 3’te iniyorsunuz. Buradan sizi merkeze götürecek RER veya B trenini alacaksınız. Shuttle’dan indiniz. Yürüyen merdivenlerle bir üst kata çıktınız. Sağ arkanızda bilet gişesini göreceksiniz.Bizim otel ikinci bölgede kalıyordu. Tek kişi için 8.50 Avro ödedik. İlk üç bölge içinde nereye giderseniz gidin aynı ücreti ödüyor olabilirsiniz. Biletinizi aldınız. Artık 22 nolu platformdan kalkacak B trenine binmek üzere bu kez yürümeyen merdivenlerden bir aşağı kata inebilirsiniz. Metro hatlarının çoğunun kesiştiği iki istasyon var. En azından ben iki tane biliyorum: “Gare du Nord” ve “Chatelet/Les Halles”. Artık gerisi size kalmış. Biletiniz alırken görevliden istediğiniz metro haritasına bakarak alacağınız hattı bulabilirsiniz.

Paris’te orta çağından art nouveau’suna her yapı, her türlü ünlü ünsüz cafe, müze 1. bölgede yer alıyor ki, yağmursuz bir günde şehri yürüyerek gezebilirsiniz. Şehrin yabancısıyım, fazla yürümeyeyim diyorsanız 3 günlük ilk 3 bölgeyi kapsayan “Paris Visite Card/Pass (PVC)” almanızı tavsiye ederim. Bu limitsiz yolculuk imkanı sağlayan bilet 1-3 bölgeler ve 3 gün için adam başı 20 Avro. PVC 1, 2, 3 ve 5 günlük olarak satılıyor. Dördüncü günü Katolik kilisesine ya da Paris belediyesine hibe etmiş oluyorsunuz. Maalesef tek bölgelik de alamıyorsunuz. Ya 1-3 ya da 1-6 bölgeleri için alacaksınız. Versailles Sarayı’na gitmeyeceksiniz (4. bölgede) ilk 3 bölgelik olanı uygun. Sadece metroda değil, otobüste ve banliyö trenlerinde de kullanabiliyorsunuz. Bu kartla birlikte metro ve şehir haritası ile indirim alabileceğiniz tur ve müzeleri gösterir bir broşür veriyorlar.

Peki Paris’e ne zaman gitmeli ve nerede kalmalı? Şehrin dört mevsimini de görmüş biri olarak en keyifli mevsimin nisan ve eylül ayları olduğunu söyleyebilirim. Parizyenler özgürlükleri, sosyal hakları ve cüzdanları söz konusu olduğunda ayağa kalkıp sokaklara dökülmekten bu uğurda kelle alıp, grev yapmaktan hiç çekinmezler. Paris sokakları kanla yıkandığı kadar, kamu çalışanları ve turistlerin tabanları ile de aşınmıştır. Gittiğiniz zaman grev olmasın yeter. 1995 senesinde Chirac, AB kriterlerini karşılayabilmek için aile, çocuk, öğrenci, sağlık gibi sosyal yardımları tırpanlayınca cuş-u huruşa gelerek galeyan eden kamu çalışanları 3 haftalık bir genel greve gitmişlerdi. Biz de kendimizi daha İstanbul’dayken bu grevin göbeğinde buluvermiştik. Önce havaalanı çalışanları grevi yüzünden uçuşumuz iptal oldu ve saatlerce havalimanında mahsur kaldık. Gecenin bir vakti Paris’e vardığımızda metro çalışanlarının de grevde olduğunu öğrenerek çöktük.
Hizmet sektöründe Amerika ve Avrupa’nın fersah fersah ötesinde olduğumuzu düşünürüm. Ödediğiniz paranın hakkını güzellikle de olsa kabalıkla da olsa alırsınız.Özellikle otel ve restoran hizmetlerinde aşırılığa varan bir servis kalitesi mevcuttur. Paris’te bunu unutun. George V’te kalmıyorsanız, kaç yıldızlı otelde kaldığınızın hizmet açısından hiç bir farkı yoktur. Bizdeki 4 yıldızlı oda fiyatını iki yıldızlı bir otele vereceğinizi şimdiden kabullenin; merkeze yakın 2 yıldızlı bir otele fit olun. Ben 95’den beri “Les Hauts de Passy” kalıyorum. İlk yıllarda odalarının “Sefiller’in Jean Valjean’ının dolaştığı kanalizasyonlardan farkı yokken, artık bakımlı, pırıl pırıl bir otel. Otelimize ulaştık. Güneşin batmasına hayli zaman var. Birazdan kendimizi yollara vuracağız.

Hiç yorum yok: