18 Kasım 2010 Perşembe

Mastering Basics in Men

Vedat Sakman bir şarkısı vardı; Zuhal Olcay'ın "Küçük Bir Öykü Bu" adlı albümünde yer alır. Albümün açılış şarkısı mıydı hatırlamıyorum, bir şarkıda kadın giyinir süslenir, heyecanla ve hevesle erkeğin gelmesini bekler, tanışmaları sonrasındaki ilk buluşmaları olacaktır.

"makyajımı yaptım bekliyorum
hazırlandım bu gece
beni çıkaracaksın diye
uçuyor, uçuyorum

penceredeyim saçımı tarıyorum
kulağım kapıda
elbisem buruşmasın diye
oturmuyorum"

Lakin erkek gelmez.

"tavandaki lambaya bakıyorum
gözlerimi yumdum ağlıyorum
kendime kızıyorum
ve seni bekliyorum

sokak sustu
perdeleri çektim
saçım başım elbisem
makyajım bozuldu
gelsen de sevgilim
şimdi artık çok geç çok geç
ama yine de seni bekliyorum"

Bu hikayedeki erkek öküz aleyhisselam çok affedersiniz. Bundan daha açık bir tanım olabilir mi? Esas arayıp da buluşmayı iptal edenleri irdelemek lazım. Erkekler neden bir kaç buluşmadan sonra birlikte planlamış olduğunuz yemeği, sinemayı ya da Sapanca gezisini iptal eder. Ya da şarkıda olduğu gibi ilk tanışmadan sonra daha siftah yapmadan arayıp gelemeyeceğini söyler.

Nedeni her ne olursa olsun, hayat bu adamların yaptıklarında "derin" anlam aramakla geçmez. İşte bayramlık iptal bahaneleri:

1- Senden daha iyisini bulmuştur!
Berbat bir durum. Moral bozucu, kahredici lakin dünyanın sonu değil. Olur böyle şeyler. Hayat sürprizlerle dolu. Kimin karşımıza ne zaman çıkacağını bilemeyiz. Bazen öyle biriyle tanışırız ki, harbi kaçırılmayacak kadar iyidir. Model erkeğimiz ıkınacak sıkılacak birazcık, nasıl yapsam da söylesem diye zorlanacak, sonunda arayıp buluşmayı iptal edecek. Tabii ki öküz olmadığı için sen incimeyesin diye gerçek nedeni söylemeyecek.

2- Korkmuştur.
Ay sanki adamı nikah masasına yürüteceksin ya da elini tutsa hamile kalacaksın da korkuyor. Kadınlar daha çok korkuyor evlenmekten, çocuk sahibi olmaktan, eve tıkılı kalmaktan, kirli çoraplarını yatak ucuna koyan adamla yanyana uyumaktan. Neyse korkuyor işte bu hödükler. Başlıyor kafada kurmaya; evde osura osura dolaşıyorum, yatağımda döne döne çaprazlama zıbarıyorum, canım istiyor dışarı çıkıyorum istemiyor yan gelip yatıyorum, sorumluluğum yok, vs vs vs. Bazen de eski sevgilinin açtığı yaraları hala yalamakla meşgul olduğundan tökezliyor, kararsızlaşabiliyor. Oooffff kardeşim nikah provasına mı gidiyorsun, alt tarafı çıkıp bir şey içeceksin, sohbet edeceksin. Böyle herşeyi büyüten, melodram yaratan adamla işin ne zaten. Bırak gitsin.

3- Eski Sevgilisine dönmüştür.
Garip ama gerçek. Sen kapıdan içeri girersin eski sevgilisi pencereden. Yani be adam benim gelmemi mi bekledin aklını başına toplayıp eski aşkına dönmek için. Ama napsın gönül bu? Buluşmayı iptal ediyorsa demek ki kafası karışık. Bırak gitsin çözsün sorunlarını. Eskiyle bağını koparamamış adam senin işine yaramaz. Yoksa Beyoğlu'nda gezerken ağzından kaçırıverir; "kaktüs'e ilk kez falanca ile gelmiştik", " O'nunla her pazar burda kahvaltı yapardık" türü cümleleri.

4-Ofiste işler yoğundur.
Mesela ben bu ara böyleyim. Yaptığım bütün programları son dakka iptal etmek zorunda kalıyorum. Kredi müzakereleri, deadlinelar, yazılacak konuşma metinleri, toplantılar. Hepsi üst üste gelir. Mecburen işim var çıkamayacağım der. İşim var deyip, ilerisi için bir öneri getirmiyorsa yalan söylüyor demektir. Eğer başka zaman çıkalım, bunu telafi edeceğim diyip tarih belirliyorsa gerçekten işi var demektir.

5-Niyeti sadece sevişmektir. Senin daha fazlasını istediğini düşünmektedir.
Valla böylesine denk geldiysen adama teşekkür et. Zira adam senin ne istemediğini biliyor ve saygı gösteriyor. Yatağa atıp ondan sonra da çekip gidebilirdi. Şanslı günündesin.İptal etme nedeni ya iş yoğunluğu olacaktır ya bir akrabası ölecektir ya da kardeşi askerden gelecektir.

6- Dedesi (ninesi, dayısı, yengesi,kuzeni) ölmüştür.
Allah rahmet eylesin doğru da söylüyor olabilir. Valla ortada böyle acı bir olayın vuku bulduğuna ilişkin herhangi bir kanıt belirti iz yoksa büyük ihtimal yalan söylüyordur. Ama yapılacak bir şey yok. İnanmış gibi yapacaksın. Ölen kimse yoksa, eninde sonunda yalanı ayağına dolaşacaktır. Doğruysa, başka bir şey düşünemeyecek halde olacaktır ve bir süre sonra kendini daha iyi hissettiğinde arayacaktır.

7- Ya evlidir ya da sevgilisi vardır.
Eh sana yazılırken evli olduğunu ya da sevgilisi olduğunu biliyordu ama geçici bir idrak tıkanıklığı, kısa süreli bir hafıza kaybı dolayısıyla bu ufak gerçek aklına gelmemişti. Artık .ikiyle değil aklıyla düşünmeye başladı ve arkasını kolluyor. Hele bir de karısı olduğunu kabul ediyorsa adam sayı peşinde koşan bir sapık. Kaç, uza, yok ol.

8- Hasta olmuştur.
40 derece ateşle yanıp tutuşmadıkça hiç bir erkek nezle oldum diye buluşmayı iptal etmez. Hasta olmadığın halde, işi arayıp hastayım evde dinleneceğim dediğin zamanları hatırla. Hasta adamın sesinden belli olur. Yine de sakin ol Sherlock, doğru da olabilir.

9- Seni hatırlamıyordur.
Olmaz olmaz deme. Tanıştığınızda kör kütük sarhoş idiyse muhtemelen hatırlamayacaktır. Sarhoş adamın dediğine yaptığına üzülünmez. Koy gitsin.

10- Anası istememiştir.
Anasının kuzusu vak'ası. Anasından bahsedip duruyorsa, hayırlısı hiç buluşmamanız.

11- Herif eşcincel olabilir.
Başka söze gerek var mı?Bu adamlardan çok iyi alışveriş arkadaşı oluyor. Sen ara ve Network ucuzluk yapmış gidelim mi diye sor.

12-Seninle ilgilenmiyor.
Evet tanışmak için bütün gece uğraşmış olabilir ama herkes fikrini değiştirebilir. Birkaç kez görüştükten sonra birbirinize göre olmadığınızı düşünmüştür. Zorlamanın manası yok. Lütfen ağlama, kendini reddedilmiş hissetme. Zorla güzellik olmaz. Telefonu kapattığı an unutacak seni. Şimdi bu adam için geceleri uykusuz kalmaya değer mi?

Birileri ile çıkmanın mantığı zaten sana uyan birilerini bulmak. İlerleyelim hanımlar. Tabii beyler siz de.

17 Kasım 2010 Çarşamba

Erkekler Ne Söyler Kadınlar Ne Anlar

Ne biz Venüs'teniz ne onlar Mars'dan. Yine de farklı boylardan dalgalanıyoruz. Erkekler yıllardır kullandıkları klişelere sadıklar. İstikrarın eninde sonunda kazandırdığını biliyorlar. Kadınlar ise erkeklerle birlikte yaptıkları zaman yolculuğunda iti bağlasan öğrenir misali, erkek alfabesine vakıf oluyorlar. Bu yazı, yolculuğunun başında olanlar içindir.

Erkek ne söyler: "Seni üzmek istemiyorum!"
Türkçe meali: Seni asla üzmek istemesem de üzeceğim ve bunun sorumluluğunu da almayacağım. Seni ve ilişkimizi nasıl etkileyeceğini düşünmeden hareket ediyorum çünkü sadece kendimi düşünüyorum. Sonuçlarının ne olacağını umursamadan şu an ne elde edebilirim ona bakıyorum. Seni neyin üzdüğünü, neyin sana acı verdiğini anlamıyorum o yüzden bu davranışlarıma devam edeceğim.

Kadın ne anlar: Beni üzmek istemiyor çünki beni önemsiyor. Beni üzse de bunu istemeden yapacağı için onu affedeceğim.

Erkek ne söyler: "Sen bana fazlasın!"
Türkçe meali: Senin gördüğün ilişki ihtimalini ben göremiyorum. Hayal kurmaktan vazgeç.Bana göre fazla iyisin ve ben bunu biliyorum ama kendime inancım yok.

Şimdi bunu söyleyen adam iyi biri olabilir ama özgüven sorunu yaşıyordur. Bu özgüven sorununu daha sonraları kendi klasmanından biriyle seni aldatarak çözmeye çalışacaktır, onun yolunu hazırlıyordur. Bu aynı zamanda, onun ayarında olmadığını ve olmayacağını bildiğinden senin kendine olan güvenini yok edici davranışlarda bulunacağının bir sinyalidir. Bu tip adamlar kendilerine olan güvensizliklerini kıskançlık, aşırı sahiplenme ve kontrol takıntısı ile dışa vururlar.

Kadın ne anlar: Ah canım, ne tatlı. Kendisini bana yakıştıramıyor.Oysa onu deliler gibi seviyorum. Sevgimi gösterebilirsem kendine inanmasını sağlayabilirim. Bunu yaparken kendi ihtiyaçlarımı ve isteklerimi gözardı etsem de olur.

Erkek ne söyler: "Seni kimse benim gibi sevemez!
Türkçe meali: Sana çektirdiklerimin ve sana verdiklerimin harika şeyler olduğunu düşünecek kadar kendi hayal dünyasında yaşayan bir narsistim. Aslında verdiğimden daha fazlasını hak etmiyorsun. Özgüvenin eksik. Ben de bunu biliyorum aksi taktirde benimle olmazdın.

Mutsuz olduğun, sevilmediğini düşündüğün, isteklerinin ve duygularının karşılık bulmadığı bir ilişki içindeysen ve gelecek endişesi taşıyorsan, bil ki bu adamla gelebileceğin son nokta şimdi olduğun yerdir.

Kadın ne anlar: Beni o kadar çok seviyor ki ona minnettar olmalıyım. Tüm hatalarıma ve eksiklerime rağmen beni seviyor. Onu terk edersem, bir daha beni bu kadar sevecek birini bulamam.

Erkek ne söyler: "Ben işe yaramaz bir adamım."
Türkçe meali: Ben yürüyen bir felaketim.Evet şekerim altını kaldırıp bakmana gerek yok. Adam ben senin hayatının içine ederim diyor. Benimle takılırsan yanarsın diyor. Demedi deme diyor.

Sen ne anlıyorsun: Kendisine haksızlık ediyor, hor görüyor. Oysa ben onun ne şahane biri olduğunu ondan daha iyi biliyorum.

Erkek ne söyler: "Keşke daha önce tanışmış olsaydık!"
Türkçe meali: Daha önce karşılaşmış olsaydık birlikte olurduk fakat şu anda evliyim/ sevgilim var ve onu terk edecek değilim. Elimin altında olmana hiç bir itirazım olmaz. Yatalım dersen hiç ikiletmem, her zaman açığım tekliflere.

İmdi bu durumda kalbi kırık Madonna moduna girmeye gerek yok. Beni değil de gözleri şaşı gelini aldı diye karaları bağladın. Çünkü reddedilmiş hissediyorsun. Bundan sonra yapacağınız bütün sohbetlerde nafile ne kadar şahane bir kadın olduğuna onu ikna etmeye çalışacaksın. Karısını ya da sevgilisini sevip sevmediğini soracaksın. haliyle kaçamak cevaplar alcaksın, çok sıkışınca sevmediğini söyleyecek. Sen de olumsuz yanıtlarla ümitlenip neden ayrılmıyorsun o zaman diye soracaksın. İşin içinde sana anlatamadığı başka şeyler olduğunu söyleyecek. Terketmeyecek ama senin ümidini körüklemek için ne kadar mutsuz olduğunu her fırsatta ustalıkla dillendirecek.

Kadın ne anlar: Benim için çıldırıyor.Benden gerçekten çok etkilendi. Benimle birlikte olmayı o da çok istiyor. Fakat işte o kalın belli haspa engel oluyor buna. Onu ne çok sevdiğimi gösterirsem, ne kadar harika bir insan olduğumu anlarsa bana karşı koyamayacaktır; o kadını terk edip bana gelecektir.

Erkek ne söyler: "Sana verecek hiç bir şeyim yok! Bende verecek bir ben kalmadı!"
Türkçe meali: Benden bir şey umma. Senin ihtiyacın olan şey bende yok. Niyetim de yok.
Açıkca kaç kurtar kendini uyarısı bu. Bana bağlanacak ve umduğunu bulamayacağın için de söylenmeye başlayacaksın, ben de çok talepkârsın diye seni suçlayacağım.

Kadın ne anlar: Beni istekleri fazla olan bir kadın olarak görüyor. Onları karşılayamacağından korkuyor. Ona aslında hiç bir şey istemediğimi göstermeliyim. Onun cevap vermesi gereken isteklerimi de şimdilik yutar, içime atarım. Elbet bir gün beni iyice tanıdıktan sonra korkulacak isteklerim olmadığını, küçük şeylerle mutlu olduğumu görecektir.

Erkek ne söyler: "Bende ilişki korkusu var. Ne zaman işler ciddileşse kaçarım!"
Türkçe meali: Ben ilişki adamı değilim. Gezelim tozalım, yatalım kalkalım, eğlenelim. Yol ayrımlarına gelemem. geldiğimde dümeni kırarım geriye. Aklın varsa benden bir şey ummaz ve istemezsin. Sana olan hislerimi açıklaması zor evet seni seviyorum ama bir ilişki isteyecek kadar değil. Seni senin istediğin şekilde sevmiyorum, sevmeyeceğim.

Kadın ne anlar: Böyle konuşmasının nedeni bu kez farklı hissetmesi. Aslında bu bir yardım çığlığı.Ben diğerlerinden farklıyım. Ağırdan almamı istiyor. Acelem yok. İhtiyaç içindeymişim gibi görünmemeliyim.Gidişatına bırakmak lazım. Korkulacak bir şey olmadığını eninde sonunda görecektir.

Erkek ne söyler: "Arkadaş kalalım!"
Türkçe meali: N'olur kabul et ki, kendimi orospu çocuğu gibi hissetmeyeyim. Aslında arkadaş falan olmak istemiyorum ama peşimi başka türlü bırakmayacaksın, ilişki hakkında konuşup duracaksın. Arkadaş olduğumuzu düşünürsen hem bu tür konuşmalardan yırtmış olurum hem de açık kapı bırakmış olurum. Sevişmek istersem yüzüm olsun. Ayrıca, kendimi kötü hissedeceğim, pohpohlanmaya ihtiyaç duyacağım zamanlar da olabilir. İleride birlikte olma ihtimali yaratarak senin hayatına devam etmeni de engelliyorum ama sen razıysan ben ne yapabilirim.

Sezar'ın hakkı Sezar'a, gerçekten arkadaş olarak kalmak isteyenler de olacaktır. Ayrıldıktan sonra yaralarını sarmak için zamana ihtiyaç duyacağını bilen böyleleri seni bir süre rahat bırakacak, sınırlarına saygı duyacak ve fiziksel hiç bir yaklaşımda bulunmayacaklardır.

Kadın ne anlar: Beni gerçekten seviyor, önemsiyor ve hayatımda kalmak istiyor. Arkadaş olarak devam ettiğimizde bir ilişki baskısı olmadan birlikte ne kadar iyi bir çift olduğumuzu görecektir.

Erkek ne söyler: "Duygularını gösteren biri değilim. Galiba duygusuz bir adamım ben."
Türkçe meali: Şefkat, aşk, empati, hiç bir şey hissetmiyorum.

Kadın ne anlar: Ne demek duygusuzum. Tabii ki duyguları var. Mutlaka geçmişte acı deneyimler yaşamış ve incinmiş. Yanında olmama ve anlayışıma ihtiyacı var. Onu Sevdiğime ikna olduğunda bana karşılık verecektir.

Erkek ne söyler: "Ben kötü bir adamım kızım."
Türkçe meali: Beni kötü yapan kötü şeyler yaptım, neden hala benimlesin?

Kadın ne anlar: Benimle herşey farklı olabilir. O kötü biri değil.Sadece onu sevdiğim gibi sevilmemiş.Herkes ikinci bir şansı ve kendisine inanacak birini hak eder.

1 Ekim 2010 Cuma

Aspidistra


Aspidistranın yetişmesi hiç zor değildir. susuz kalmaya karşı dirençlidir. Çok soğuk olmadığı sürece hava muhalefetine aldırmaz. Bir nevi çetin ceviz. Nerede olsa orada yaşar. Sıcaktan bayılmaz, güneşten kurumaz, soğukta nazlanmaz. Hasılı kelam; koşulların zorluğundan yüksünmez. Ruspik siklamenler, açelyalar gibi aşırı hassasiyet gösterip kurumaz. isten, dumandan, hava kirliliğinden boynunu bükmez. Güneş alamadım diye sararıp solmaz. Öküzlük yapıp sulamayı unutsanız bile sıkar dişini, gelecek güzel günlerin hayaliyle salar köklerini derinlere.

Gıdım gıdım büyür. Büyük bir ihtimalle sizi de gömer çocuğunuzu da. Her zaman yeşildir ve hep ayaktadır. Bu yüzden olsa gerek ingiltere’de orta sınıfın simgesidir. Bizde de terfi edip yönetici olanlara gönderilmesinin nedeni bu olsa gerek. Artık bir temenni midir bir ironi mi kurcalamayayım.

Ayrıca, hayata bağlılığın ve umudun simgesi olarak george orwell'in bir romanına da adını vermiştir.

3 Ağustos 2010 Salı

Bir Yaz Gecesi Kabusu

Bu sabah uyandığımda ilk fark ettiğim şey gece boyunca uymuş ve sıcaktan hiç etkilenmemiş olmamdı. Bu durum beni keyiflendirdi. Gerinirken duyduğum mekanik ses biraz tuhaftı. Kollarımı her hareket ettirişimde aynı mekanik sesi duyuyordum. Açık pencereden içeri giren sıcak hava eklemlerimi ısıtıyor, tenimde burnumu gıdıklayan ürpertilere sebep oluyor.

Bu da biraz tuhaf değil mi?Terlemiyorum, aksine bu nemli sıcaklık hoşuma gitmeye başladı. Ayaklarımda da bir karıncalanma var. Yanımda yatan adam gözlerimi açtığımdan beri de ja vu diyerek dönüp duruyor odanın içinde. Yüzünün halinden fazlaca sarsılmış olduğu anlaşılıyor. Canım alt tarafı sıcak ne var bu kadar etkilenecek. Bana bir şeyler söylüyor ama tam olarak anlamıyorum. Arada yakaladığım tek sözcük GREGOR. Kara yabani gözlerini bana her çevirişinde Gregor diyor. Galiba bana sesleniyor. Aaa deli midir nedir?

Yattığım yerden doğrulamıyorum bir türlü. Adam yatağın altından bir sandık çıkardı. Arkası bana dönük, göremiyorum ne yaptığını ama bir şeyler arıyor. Dergi mi onlar? Fotoğraf albümleri de var. Özensizce atıyor çıkardıklarını. Aaaa açık seçik pornografik resimler var bu dergilerde. Devlet tahvili kuponlarına benziyor şu çıkardığı. Bir dolu da defter var. Aradığını bulmuş olmalı. Üstündekileri çıkardı. Siyah bir tişört giyiyor. Bana döndü, üzerime doğru geliyor. Tişörtün üzerinde kocaman bir K. harfi var. Elindeki raid mi onun. Deli misin be adam, ne sıkıp duruyorsun üstüme. İmdaaaaaaat adam öldürüyorlar.

Sıktığı şeyin kokusu fena değil. Oda spreyi olmalı. Ortalığı karanfilli hamam kokusu doldurdu. Diğer elinde de bir tabak tutuyor. Samsa tatlısı var içinde. Getirip önüme bıraktı. Tatlının kokusu gayrete getirdi. kalkayım derken yüzüstü döndüm. Suratım tabağın içine girdi. Neden ayağa kalkamadığımı anlayamıyorum. Tatlının şırası genzime doluyor. Ay boğulacağım galiba.

8 Temmuz 2010 Perşembe

Aşk Dediğin Laftır Derler..

Murathan Mungan bir kitabını "hayatını ömür yapan erkekler'e" ithaf etmiştir. Şimdi hangisi olduğunu hatırlamıyorum. Ben de hayatıma bir konakçı gibi girip, gelişim dönemini tamamlayarak giden; geçiyordum uğradım derdim vardı ağladım diyerek hafifleyen; gelip de bir türlü gidemeyen, gitten anlamayan, hasılı kelam bana bir arpa boyu kadar yol aldıran ve geride Konya Ovası büyüklüğünde boşluk bırakan tüm erkeklere kurşunlara gelesiniz diyorum.

Her defasında aşka düştüğümüzü sansak da nedir bunun istihap haddi, muhammem bedeli?Bir ömür kaç aşkı, kaç aldanışı kaldırır?Yoksa sadece tek bir aşk mıdır, diğerlerini patates baskı gibi kalıbından (t)ürettiğimiz.  Öylesine eksik kalıyoruz ki her defasında, içimizdeki sevmeye sevilmeye olan bitimsiz arzu besliyor ilişkinin çoşkusunu. Böylece aşkın nesnesine değil kendisine takıntılı olup çıkıyoruz. Hayatım tıpkı basımlardan oluşuyor. Başlarken bildiğimden sonunu, başlangıçlar önceleri heyecanlarını kaybetti, sonraları başlama hevesini.

O ilk aşk kaybetti önce masumiyetini. İlk aldanış, ilk aldatış, unutulmaz unutulmaz. Sevginin Mr. Muscle gibi lekeleri çıkarıcı etkisine, teflon tava gibi kir pis tutmayan gücüne inanırsın. Başkalarına hatta kendine bile inanmaz, O'nun sözüne itibar edersin. Şüphe ettiğin için kendinden utanırsın. Sormak sorgulamaktır diye salakça bir düşünce ile sustuğundan, gözünün içine bakıla bakıla keklenirsin. Kimi istediğini elde edene kadar duymak istediğin sözleri söyler, vurup kaçmaktır niyeti. Kaçarken de bir parçanı afiyetle indirir midesine. Kimi hayatı boyunca bir baltaya sap olamamış, kendisi de dahil hiç bir şeyin sorumluluğunu almamış bir ezik insandır. Uzak durmak istemesi bundandır aslında ama sen onu "ağır abi" sanırsın. Küçük bir poposu, geniş omuzları ve baştan çıkarıcı bir gülümsemesi de bonusudur. Ya ömrünü yer tüketir çünkü gitme sorumluluğunu üstlenemez ya da ıssız adam enfeksiyonuna kapılır, kaçar gider. Bağlanmak ile değildir derdi, genel alıcıdır doğuştan.

Bir de mızmızlar vardır.Bebek gibidirler. Vampir gibi emerler sendeki şefkati, sevgiyi, ilgiyi, hoşgörüyü. Genellikle hayatlarında dönemeci almakta zorlandıkları bir noktada girivermişsindir kadraja. Kimi gelecek kaygısı ile yer bitirir kendisini, kimi yeni boşanmıştır; eksik, gururu ezilmiş ve terk edilmiş hissediyordur. Üzerinde yükseleceği bir kadına ihtiyacı vardır. Kimi evlidir, mutsuzdur, üzgün bakışları ve uzayan kulakları ile anlayış bekler. Façası yemez bittiğini iddia ettiği evlilikten çıkıp gitmeyi. "madem bu kadar mutsuzsun ayrıl"ın yanıtı her zaman " it's too complicated" olur. Çocuk varsa en şahane bahane hazırdır. Yoksa açıklamak iyice zora girer. Çünkü parası var bırakamam demesi pek şık olmaz. Karımın bir şeyden haberi yok. Yemek desem yemek, yatak desem yatak ama ben biraz sıkıldım, başka oyun parklarına gidesim var; bir iki oynayıp döneceğim itirafını insan kendine bile yapamaz. Zavallıcık nasıl söylesin bunu. Bunlar ıssız adamlardan daha tehlikelidir. Sizi anne olarak görür ve anaç tarafınıza hitap ederler. Ama anam demez s..... de. Siz zevk alır mısınız? Sanmıyorum. Çünkü bu kadar sorunlu adamın en büyük sorunu kendisiyle olduğundan, sürekli kendisini düşündüğünden eylem tarafı biraz zayıf kalır. Düşünce adamıdırlar eylem değil.

Terk edile edile terk etmeyi, aldatıla aldatıla aldatmayı, yuttuğun yalanları kusmayı öğrenirsin. "Neyse canım prensi bulana kadar birkaç kurbaa da öpülür artık" diye diye bir bakarsın Balkanlar ve Ortadoğu'nun en büyük kurbaa ihracatçısı olurvermişsin.

6 Temmuz 2010 Salı

Men 101

Oooof içim sı kı  lı yor. Pabucum da sı kı yor. Eteğimdeki taşlar ağır geliyor. Haliyle konumuz: Er kek ler. Kimi kısa kimi uzun. Kimi kel kimi lepiska saçlı.Balkonlusu balkonsuzu, esmeri kumralı, seyirliği tadımlığı. Pastahane tezgahında duran şeker kavanozunun içi gibi çeşit çeşit, her renkten, her tattan. Onlarsız yapamayız. Ne de olsa yalnızlık Allah'a mahsus. Onlarla da olamayız. Başka gezegenlerin varlıklarıyız.

Bazısı arkadaş olarak girer hayatımıza. Birlikte büyürüz. Genellikle önce biz büyürüz. İlkokulda üst sınıftan iri oğlanların karşısına biz çıkarız, dalarız aralarına. Teneffüslerde yaptıkları maçlarda sökülen yakaları için yedek yaka taşırız.Sınavlarda kopya veririz. Haylazlıklarında sıra dayağı yemesinler diye "biz yaptık" deriz; öğretmenler kızlara sopayla vurmazlar çünkü. Okul sonrası birlikte oynarız. Bir yaz birden bire boy atarlar, tüyümsü bıyıkları çıkar, sesleri çatallaşır. Bizden uzaklaşırlar. Oyun bahçemize görünmez bir çizgi çekilir. Oğlanlar bir tarafa kızlar diğer tarafa geçer. Onlar maket bıçağı, kıl testere kullanarak el işi dersinde maket yaparken, biz ev ekonomisi dersinde bulaşığın hangi sırayla yıkanacağını öğreniriz. Onlar basket oynarken, biz denge aletinde yürür, ters takla düz takladan not alırız. Onlar saçlarımıza sakız yapıştırır, belirmeye başlayan memelerimizle dalga geçerler. Yine de ev yolunda düşerler yanımıza, birlikte yürürüz. Uzaklaştıkça çekiliriz aslında birbirimize. Derken ilk aşk gelir. Gruptaki en yakın arkadaşımızı severler;mektuplarını taşırız, istihbarat veririz, sırdaşları oluruz. Biz de aşık oluruz elbet. Ama paylaşmayız, içimizde yaşarız. Kızlar kızlarla konuşur en derin sırlarını. Onlar birden açığa çıkan bitimsiz enerjilerini daldan dala konarak harcarken, kızlar A sınıfı bir çamaşır makinası gibi tasarruf yapar, daha sonra verecekleri meyveyi tatlandırırlar. Üniversiteye başladığımızda açılır fikrimiz, nefesimiz. Birlikte çalışır, birlikte eğleniriz. tartışır, kavga eder, birbirimize karışırız. Artık onlar da bizim sırdaşımız olur. Akşamları yalnız göndermezler yurda, bara gittiğinizde alıcı kuş gibi süzerler etrafı, omuzları yanıbaşınızdadır hep. Ağlamak için koşup kollarına atıldığınız o'dur. Ölümüne dostluktur bu. Ne yazık ki, çoğu evlilikle zayıflar. Yine de her zaman arkadaşınız olarak kalacaklardır.

Bazısı abi saydığınız arkadaşınızdır. Sizi yönlendirir, yol gösterir, ders çalıştırır. Okuduğu kitapları okur, tavsiye ettiği filmleri izlersiniz. Hayransınızdır, güvenirsiniz. İstisnasız sıçarlar. Bir gün "Fellini"nin son filmini izlemek için evine çağırdığında kapıyı kilitlemesinden kıllanırsınız. Rahat izleyelim bahanesi ile perdeleri çeker, korku içinizde yürümeye başlar. Yanınıza gelip dibinize oturur, elinizi tutar, ok gibi fırlarsınız yerinizden. Gidelim diye tutturursunuz. Gelir sarılır, yaprak gibi titremeye başlarsınız. Şanslıysanız insaflısına denk gelmişinizdir, saçlarınızdan öper bırakır. "Çok safmışsın sen" der. Beyaz tavşanın peşinden kuyuya atlamışsındır salak Alice ama ne sen bunun farkındasındır ne de polis farkında. Şanssızsan ırzına geçer. Sonraki günler her önüne çıktığında kaçacak delik ararsın, her davetini reddetmek için yalanlar uydurursun. Mezun olduğun gün rahat bir nefes alırsın. Neymiş? Kurttan dost, Abi'den arkadaş olmazmış. Ondan sonra sevgilinin babası omuzuna dokunsa tırsar, biri iltifat etse koşar adım kaçarsın.

Kimi erkekler ya köşeli jetonlarından dolayı akıl edemediklerinden ya da fiziksel olarak sizi çekici bulmadıklarından dolayı zekanızla ilgilenirler. Bunlarla geyiğin dibine vurursunuz. Çok güler, çok eğlenirsiniz. Kasılmadan kasmadan konuştuğunuz için yanlış sinyal gönderme tehlikesi çok düşüktür. Yalnız her an birlikte olursanız asker arkadaşına doğru evrilirsiniz ki, her şey ciddiyetini kaybeder. Kimi erkek arkadaşınızdır ama karşıklıklı bir çekim de vardır. Üstü kapalı cilveleşirsiniz. Çekim yoğun değilse, mesele yok. Bir süre sonra dikkatinizi çeken başkaları girer hayatınıza. Orta şekerli tatlı bir kıvamda devam eder. Çekim yoğunsa burada durum biraz çatallaşır. Sınırlar tam belli olmadığından bir süre sonra taraflardan biri açısından gerginlik başlar. Gerginlik karşılıklı ise, yine mesele yok demektir. Eninde sonunda birlikte gelir (patlama noktasına tabii), patlar ve sevgili olursunuz. Değilse, erkek yine patlayacaktır. Kabul ederseniz sevgili olursunuz. Etmezseniz erkek önce geri çekilecek ama ikna etmeye çalışacaktır. Adam olan arkadaşlığa değer veriyorsa bir süre sonra vazgeçmiş görünecektir. Ara ara deneyecek, sevgili yaptığında bırakacaktır. Takıntılı ise psikopata bağlayacak ısrarıyla bezdirecek ve arkadaşlığınız bitecektir. Ha bu arada sevgilisinden ayrıldığında bir kez daha şansını deneme hakkını saklı tutmaktadır aklınızda olsun.

Bir de hem sokakta hem yatakta arkadaş olduklarınız vardır. İlahi bir mucizedir. Hem birlikte vakit geçirir, tatile gider, dertleşirsiniz hem de birbirinize hoşlandığınız kadınlardan erkeklerden bahsedersiniz. Ama duygudaşlık yoktur. Hem yatarsınız hem beklentiniz olmaz. Son tahlilde erkek su koyverir, bu hibrid ilişkiyi irdelemeye başlar ve arkadaşlık devam etmez.

Bazısı arkadaş olarak yanaşır, oysa istediği arkadaşlık değil yatağa atmaktır. Özgüveni temelsiz tavan yapmıştır. Gösterdiğiniz ilgi ile kıçı türksata vurur. Kendisini bulunmaz paylaşılmaz karşı konulmaz bir ilah olarak görür. Önce zekanıza aklınıza, güzelliğinize, kültürünüze, şununuza bununuza iltifatlar yağdırır. Samimiyeti konusunda yeminler eder. Her iki lafından biri size olan özlemidir. Özlem şehvete dönüşür. İkna olmak üzere olduğunu anladığında seni yatağına çekmek için kaçar. O yatağa bir kere girersen ipi boğazına geçirip tekmeyi vurur. Sakın ola ki, bu adamın mahremiyet duvarının üzerine tünemesine izin verme.

Bazısını da bıçağın kemiğe dayandığı noktada sevmeye başlarsın. Balıklama dalarsın. Hiç aklında yokken "kurabiye gibi çocuklar doğurmak" geçer içinden. Hem dostun olur hem sevgilin. Hem yoldaşındır. hem yol göstericin. Işığını hep üstünde hissedersin ama aslında bu da bir yanılgıdır. Mutlu aşk yoktur. Aslında aşk hiç yoktur.

Brits Rock The World

Titrek sesli Robin, cırlak sesli Barry ve sade suya tirit Maurice Gibb kardeşler 1960larda soft rock yaparken, 1970lerde, bizim yerli filmlerdeki esas oğlan ile esas kızın ayrı, etraftaki uzun saçlı bıyıklı, gömleği göbek deliğine kadar açık oğlanlarla, saçları bantlı kızların apayrı telden çalan bir müziğin etkisindeymiş gibi, senkron tutturamadan dans ettikleri, disko müziği diye tabir edilen türün kralı oluyorlar. 200 milyondan fazla album satarak tüm zamanların en çok satan müzisyenleri ünvanına sahipler. Andy henüz ortalarda yok zira grup kurulduğunda daha kendileri doğmamış. 

Sanıldığının aksine Grubun adı Brothers Gibb’ten gelmiyor. Çağrıldıkları bir radio programında Bill Goode (BG) tarafından, Dede Bill Korkut Gates (BG) derler namlı bir DJ ile tanıştırılıyorlar. O da boy boylayıp soy soylayıp bu yiğitlerin adı benim adımla senin adının baş harflerinden oluşsun ve Bee Gees olsun diyor. De git allasen ya…

Az gidiyorlar uz gidiyorlar dere tepe düz gidiyorlar. Metafor sanılmasın. Avustralya’ya kadar bi gidip geri geliyorlar ve derken benim Janis Joplin ve JoeCocker’dan dinleyip sevdiğim ve Nina Simone’dan Tom Jones’a daha bir çok sanatçı tarafından coverlanan  “To Love somebody” ile listelerde tırmanışa geçiyorlar. Hemen ardından Robin’in yazıp söylediği ve benim bir Bee Gees şarkısı olduğunu Faith No More konserinde öğrendiğim “I Started a Joke” geliyor. E tabii başarı çekişmeleri ve kardeş kavgasını da beraberinde getiriyor. Titrek Gibb, cırlak Gibb’e "seni grup içinde daha çok kayırıyorlar, hep senin şarkılarını söylüyoruz, yeter artık bu grubun abisi benim" diyerek kardeşler birliğini terk ediyor. Cırlak ile sade suya tirit Gibb yola birlikte devam ediyorlar. Ama işte kan kanı çekiyor. Atsan atılmaz satsan satılmaz. “How Can You Mend a Broken Heart”ın  cevabını buluyorlar ve 1970lerde aile birliği yeniden sağlanıyor. Bu şarkı, Al Green coverıyla “Good Will Hunting” ve “Nothing Hill”ın soundtrackında yer aldı. Hatta “Sex and The City”nin film versiyonunda da kullanıldı.

Yazının başından beri cırlak Barry diyorum ama adama böyle falsetto atıp cırlamasını tavsiye eden muhterem Arif Mardin’in ta kendisi. 1970lerle birlikte rock’tan R&B ve diskoya kayan tarzları eski hayranlarını üzse de, müzik eleştirmenleri Bee Gees hiç bu kadar rock and roll olmamıştı der.

1977’de Disko müziğin popülaritesine tavan yaptıran ve kulaklarımızda “ha ha ha ha steyin elayv siteyin elayv ha ha ha ha siteyin elaaaaaa ..aaaaaa.aaaaaayv” cınlamasının yer ettiği “Saturday Night Fever” gelir. Aslında film çekilirken Bee Gees’in adı bile yoktur ortada. John Travolta, provalarda Stevie Wonder ve Boz Scaggs’in şarkıları ile dans ettiğini söyler. Boz Scaggs’ın plak şirketi biz bir başka filmin müziklerini yapacağız diye sırra kadem basınca iş bizim biraderlerin kucağına düşer. Filmin nerdeyse bütün şarkıları iki gün içinde yazılır. “Stayin’ Alive”, “How Deep Is Your Love”, “Night Fever”, “Jive Talkin’” ile filmin soundtrackı bütün zamanların en çok satan film müzikleri albümü olurken, biraderler için de bir dönüm noktası oluşturur. Barry Gibb üst üste 4 tane hit şarkı çıkararak John Lennon ve Paul McCartney’in rekorunu da kırmış olur.

80 ve 90larda Dionne Warwick, Dolly Parton, Barbara Streisand ve Diana Ross için şarkı yapıyorlar. Barbara için Barry tarafından bestelenen “Woman in Love”ı ortaokul yıllarından kalan reklam cıngılından hatırlıyorum. Sabun muydu, deodorant mıydı, şampuan mıydı neydi bilemedim şimdi. Şarkıyı, sözlerini uydurarak Kumrular'dan Güven Park’a kadar yürürken söylerdik.  

Ölüp gidecek Andy’i şimdiye kdar bir kez andık ama adam kendi kendine solo takılmış napayım. Tam gruba alıp arkayı dörtleyeceklerken de 30 yaşında uyuşturucu ve alkola bağlı olarak kalp büyümesinden gitmiş.  Yaş 50ye dayanınca diğerlerinde de romatizmaydı, fıtıktı, lumbagoydu başlıyor. Barry sırt ağrısı ve artritten muzdariptir ki, bu hastalık aklıma hep “East of Eden”daki Caleb ve Aaron’un oruspi anneleri Cathy’nin artritten eğilip bükülmüş elini getirir aklıma. Jane Seymour oynamıştı. Yaprak Özdemiroğlu da bu kadına çok benzer. En azından şehla bakan gözleri ile lepiska saçları benziyor. Konuyu dağıtmayalım Maurice’in de alkole banılmış hücreleri iflas eder ve kalpten Allah’ın ipine asılır gider.

Kardeşler hala yola devam ediyorlar. Hem beraber hem solo şarkılar söylüyorlar.

Üniversite: meteliğe kurşun attığım yıllar (kurşun ucuz bir şey mi ki dandirik bir metal parçasına atıyorsun. Bu atasözleri de bi tuhaf). 3 senedir kışları aynı fare rengi shetland kazağı, yazları aynı soluk siyah tişörtü giyiyorum. Millet arabayla geliyor okula, biz Kızılay-Cebeci arasını 2. viteste yürüyerek alıyoruz. Daha şimdiden on parçaya bölünmüşüm. İş-okul-ev-canımı sıkan sevgili. Okul bitince ne halt edeceğim diye düşünüyorum. Ben bunları düşünürken ailenin bir kolu gamsız bir hayat sürmekte, analarının sezeryanla doğdukları için benim çocuklarım zeki diye hava attığı sınav kazanamayan kuzenlerin biri ingiltere biri amerika yolunda. Benim de sinirim burnumda. Daha 19 yaşındayım, bunca pesimizm nerden sızdı hayatıma. Amma velakin dünyanın en güzel uyuşturucusu müzik. Bulunduğu mekanı da zamanı da unutturuyor; formsuz bir varlıkmışsın gibi ağırlığından kurtarıp uçuruyor insanı. Radyo 3’den çektiğim kasetleri başa sarıp sarıp dinliyorum o zamanlar. Bir akşam Engin Arman, şimdi “Dire Straits ve topluluğundan dinliyoruz” anonsunu yaptı. Kendinden geçmiş, bıkkın, dünya yansa umurumda değil havalarında bir ses “you play the guitar on MTV. That aint workin’. That’s the way you do it. Money for nothing” diye konuşuyor. Amanin ben duvarlara, defterlere, kitap arkalarına, abartıp mutfak dolabının üzerine yazmam mı “Money for Nothing”. Sonra baktı annem olacak gibi değil, izin verdiler ertesi yaza, dil okulu kalın geldiği için, İngiltere’ye çilek toplamaya gittim. Knopfler Biraderler olmasa ben o izni zor koparırdım.

 Money for Nothing’e geri dönersek, şarkının sözleri sexist, ırkcı ve homofobik bulunuyor ve baya bi eleştiri alıyor. Mark, radio shack benzeri bir elektronik ve beyaz eşya satan mağazada dolaşırken, tezgahtar çocuktan bir kağıt isteyip, şarkıyı oracıkta yazıvermiş. Şarkının sözleri mağazadaki konuşmalardan esinlenmiş. Hatta çok sonraları Mötley Crüe’nun basçısı kendisi ile yapılan bir röportajda şarkıda geçen (See the little faggot with the earring and the makeup Yeah buddy that's his own hair That little faggot got his own jet airplane That little faggot he's a millionaire) sözlerin kendi aşırı yaşam tarzlarına gönderme olduğunu ve tezgahtarın mağazadaki tv setlerinde gösterilen Mötley Crüe videosuna yorum yaptığını iddia etmiştir.

“Sultans of Swing” de Mark Knopfler’in her konserde emprovize çaldığı, müzik tarihinde en iyi gitar soloları içinde üst sıralarda yer alıyor. Lakin 2008 Kuruçeşme konserindeki performansından dolayı paramı kendisine helal etmiyorum o başka. Mark ve David Knopfler kardeşler ile iki de kankalarından oluşan Dire Straits beş şarkının yer aldığı ilk demolarını “abi şuna bir bakıver, işe yarar mı” diye BBC Radio London’daki bir DJ abilerine gösterirler. DJ şarkıyı dinlemekle kalmaz bir de yayınlar. 2 ay sonra şarkı patlar ama BBC “bunun içinde tır dolusu laf var, ne bu şarkı mı roman mı” gerekçesi ile çalmak istemez. Ta ki şarkı amerikanyada hit oluncaya kadar. Kendi hay day dönemlerinde bile 8-10 dakika süren şarkılar yapan rock grupları azken, üşenmemiş uzun partisyonlar yazmışlardır. Çaldıkları klüplerde insanlar birbirleriyle konuşabilsinler diye barın sahibine sesi kıstıran Knopfler kardeşler  zaten bu dünyanın dışından gelmiş gibi. Pink Floyd’u tenzih ederek söylüyorum rock tarihinin en çetrefilli kompozisyonlarını yapmış bu abiler. 

26 Mayıs 2010 Çarşamba

For Those About The Rock We Salute You


Sonisphere Festivali'ne 30 gün kaldı. Katılacak grupların albümlerini dinleyerek ısınmaya başladık. Biletler hazır, tişörtler hazır ama daha cumartesi çıkacak as grup belirlenmedi. Manowar'ı geçecek kim olabilir ki diye ağzımız sulanarak beklerken Yıldız Tilbe'yi bulmayız umarım karşımızda. Geçen gün "Modern Sabahlar" kombine bilet dağıtıyordu. Şansımı denedim. Kazanırsam bir arkadaşıma verir, yıllar boyunca kendime kul köle yaparım diye düşünüyordum ama olmadı. Halen TBC olarak adı geçen grubun hangisi olmasını istersiniz diye soruyorlardı. Eğer o bileti Manga diyen kazandıysa..... 

Festivale, kanguruları, krokodil dandisi ile tanıdığımız, kendine kendine yardım kitapları ile destekli new age yaşam felsefesinin ilk olarak sırtlarından pazarlandığı (yürekli mürekli bir “sevgi” kitabı vardı milletin elinden düşmeyen. Bir aralar yok satıyordu) aborjinleri ile farkına vardığımız, biraları ile sevdiğimiz, rock grupları ile saydığımız (kaptırdım gidiyorum) Avustralya’nın medarı iftiharı, hem İskoç hem Aussie, Young biraderlerden kurulma AC/DC'nin geliyor olmasını çok isterdim. 

George, Angus ve Malcolm Young Kardeşler aslen İskoç olmakla beraber babalarının doğu görevi dolayısıyla Sydney’e taşınırlar. Abi George zamanında bizdeki Beyaz Kelebekler gibi ortalığı kırıp geçiren bir grupta pop müzik neşrederken, Angus ve Malcolm-in the middle- başka bir grupta takılırlar. 1973’de kendi bandımızın efendisi olalım diyerek AC/DC’yi kurarlar. Grubun adı ne olsun diye evin içinde turalarlarken, aile bütçesine katkı için evde çeyizlik yapıp mağazalara satan ablalarının piko makinasının üzerindeki AC/DC harflerine gözleri takılır ve bu olsun derler. Sonra pişman oldular mı diye merak etmişimdir. Sanki bugünden yarına gelip geçecek bir şeymiş gibi insan e-mail hesabı açarken, birtakım sözlüklere üye olurken, müzik grubu kurarken neden şöyle bir durup düşünmez de hemen önündeki içki şişesinden, gazetede gözüne çarpan ilk başlıktan, don markasından, ne kadar bok püsür şey varsa ondan esinlenir; hadi esinlense yine iyi, aynen alır kullanır.

İlk başlarda gruba giren çıkanın haddi hesabı yok. Habire davulcu basçı deniyorlar. Bu arada Angus, kılıktan kılığa girerek kendini bulmaya çalışırken, abla devreye bir kez daha giriyor ve Angus’un alamet-i farikası olacak olan okul üniformasını öneriyor. Angus’un tek alamet-i farikası bu değil tabii ki. Büvelek sineği sokmuş dana gibi sahnede kendini oradan oraya vurması, sağ ayağı üzerinde sek sek sekerekten solo atması, sol ayağı ile beşik sallaması izlemeye doyamadığınız sahneler oluşturuyor. Ege'ye bunu söyleyince yaşlandı artık, koluna girip kaldırıyorlarmış dedi. Ben biliyorum o bileti Manga diyen adama verdiler!

Agnus’un tarzı Guns N' Roses, Slayer, Metallica ve Def Leppard gibi bir çok grubu etkilemiştir. BBC’nin 2007 çıkışlı nefis “Seven Ages of Rock” belgeselinde kendilerine yer verilmemiş olsa da, heavy metalin öncülerinden biri olan AC/DC 2008 yılı itibariyle 200 milyonun üzerinde albüm satışı yapmış. “Back in Black” 45 milyon satarak (taneyle dolarla değil) bir grubun bugüne kadar sattığı en yüksek albüm satışına ulaşmıştır. Tüm albümler içinde ise Michael Jackson’un “Thriller”ından sonra ikinci geliyor.

26 Haziran'da İspanya'da olacaklar. Günler artık uzadı. Uçakla ordan burası nedir ki yani. Hatta önce buraya gelin, sonra Seville'e gidin. İspanyollar zaten yemekten ancak 11'de kalkıyorlar.

21 Mayıs 2010 Cuma

Paris Günlüğü: Nihayet İkinci Gün


Latin Quarter ikinci gün rotamız. Bölge adını entellektüel geçmişinden alıyor. Seine Nehri, Paris'i iki yakaya ayırıyor. Bataklık olan sağ yaka kurutularak tarıma uygun hale getirilmiş ve yerleşim buraya kaymış. Zaman içinde ticaret merkezi olarak gelişmiş. Nehrin aşağısı yani sol yakası ise Ortaçağ'dan günümüze akademisyenlerden, edebiyatçılara, sanatçılardan, düşünürlere entellektüellerin kümelendiği, Sorbonne dahil 30'a yakın fakültenin bulunduğu bir aydınlanma merkezi olarak gelişmiş. Atalarımız at üstünde Trakya kapılarına dayandıklarında, adamlar Sorbonne'u kurmuşlar.

 İyi de yapmışlar. Sabah ayazında Pantheon'un çevresinde turalarken kahve ve ihtiyaç molası vermek için iyi bir mekan. Kargaların bile kahvaltısını yapmadığı bir saatte yollara düştüğümüzden, rüzgar kırbaç gibi suratımızda şaklıyor. Sığınmak için okulu kestiriyoruz gözümüze. Öğrenci kimliği olmadan girebilecekmiyiz endişesi ile yanaşıyoruz. O da ne? Kapı ardına kadar açık. Ne polis var ne de kimlik soran suratsız güvenlik. Yine de çekine çekine küçük taş avlusuna sızıyoruz. Ortaçağdan beri pek bir değişikliğe uğramamış görünüyor. Avluda öğrenciler sigara tüttürüyorlar. Ben hâlâ güvenlik olacağı düşüncesiyle tereddüt ederken, babam kapıdan içeri dalıveriyor. Ohhh sıcacık. Dar ve hafif loş koridorlar. Bir yerlerden yemek kokusu geliyor. Kokuyu takip ederek kafeteryayı buluyoruz. Üst üste kaaveleri yuvarlıyoruz. o sırada öğrenciler gelmeye başlıyor. Babam duvardaki ders çizelgelerini incelemekte. Bir yandan da bana soruyor ama tam çıkaramıyorum. Sor diye tutturuyor. Yanımıza yaklaşan bir öğrenciyi tutsak alıyorum. Babam soruyor çocuk İngilizce'ye çeviriyor. Bu Fransızlara hakkatten bir şeyler olmuş. Çocuk hiç sıkılmadan çizelgedeki derslerin adlarını tercüme etti. Babam sıcak yeri buldu ayrılmak istemiyor. Bir derse girelim dedi. "Baba ya deli misin, anlamayız etmeyiz, ne işimiz var derste". İçeride bir kaç öğrencinin çalıştığı bir sınıf bulup babamı sokuyorum. Bu kez de diğer katları görmek istiyor. Nihayet sürükleyerek babamı dışarı çıkarıyorum ama aklı orada kaldı biliyorum.

Nasıl kalmasın ki, önceleri yoksul öğrenciler için ilahiyat fakültesi olarak kurulan bu üniversiteler mahallesinden Abelard ve Heloise'den, Aquinalı Thomas'a, Ernest Hemingway'den  Ezra Pound'a kadar kimler gelmiş kimler geçmiş. Haliyle bölgede adını, o yıllarda eğitim dili olan Latince'den almış. Öğrenci mekanı olduğu için bölge harika kitapçılar ve ucuza karın doyurabileceğiniz brasserilerle dolu. Ucuz dediysek bol kepçe değil.  

Saint Michel Bulvarı'na çıkıyoruz. Picasso, Jack Kerouac, Allen Ginsberg'ın dolaştığı caddede yürüyoruz. Paris'in havaalanı genişliğindeki tüm caddeleri gibi Saint Micheal de asfalt osman (Baron Hausmann) tarafından yapılmış. abartmıyorum, cadde tamtamına 1380 m uzunluğunda, 30 m genişiliğinde.Fransızlar kısaca "Boul'Mich" diyorlar. E tabii bu caddeye yer açabilmek için de bir dolu sevimli sokakçıklar ve pasajlar yerle bir edilmiş. Sorbonne haricinde, Hotel de Cluny yani Ortaçağ Müzesi de burada bulunuyor. Niyetimiz Saint Michel'in kankisi Saint Germain'e uğrayıp, Jean Paul Sartre ve Albert Camus'dan hellâllik almak.Rimbaud ve Verlaine'nın hayaletiyle bir café creme içmek.

Yolda şöyle görkemli bir çeşmeye rast geldik: Saint Michel Çeşmesi. Eskiden Paris'li kızlar bu çeşmenin başında sevgililerini bekler, sevgilisi olmayanlar da güğümlerini birbirine vurarak boştayız mesajı verirlermiş. Ben de önüne geçip durdum ama pek gelen giden olmadı. Çeşmeden umudu kesip Saint Germain Bulvarı'na kırdık dümeni. Jardin du Luxembourg öncesi biraz kayıntı bulup, kahve içmek istiyoruz. 17. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar nehrin sol yakasındaki aristokrat, soylu aileler şatomsu evlerinde yaşarlarken, Honoré de Balzac ve Marcel Proust'ın romanlarında anlattığı yükselen burjuvazi ise sağ yakadaki Boulevard Saint-Honoré ve Champs-Élysées'yi tercih ediyor.

Amerika'daki içki yasağının edebiyatın yaratıcı damarlarını kestiği 1930larla birlikte cadde kasıntı havasından sıyrılmış. Buzlu suyla ilham perilerini yakalayamayan yazarlar, ressamlar Paris'e akın edip, fransız meslekdaşları ile birlikte bölgeye canlılık getirmişler. Saint Germain, bu caddedeki cafelere takılan Jean Paul Sartre ve Simone de Beauvoir gibi yazarlar nedeniyle varoluşçu akımın da merkezi olarak kabul ediliyor. İkinci Dünya savaşı sonrasında elini sallasan bir filozofa, müzisyene ya da yazara çarpıyor. Günümüzde ise bu canlılığa Armani'den Rykiel'e lüks mağazalar da renk katıyor.

O dönemden günümüze halen işletilmeye devam eden cafeler içinde en ünlüleri Les Deux Magots ve Café de Flore. Babam her gittiğimiz yerde kahve içmekten hoşnut değil, çay istiyor. Lakin bu memlekette doğru düzgün demleme çaya henüz rastlamadık. Karnımızı doyurmak için Café de Flore'da karar kılıyoruz.

Sartre'ın siparişlerini aldığını düşündürtecek kadar kır saçlı, sert görünümlü bir garson geliyor masamıza.Kahvemizi ve peynir ekmeğimizi ısmarlayıp caddeden geçenleri temaşa etmeye başlıyoruz. Babam temaşa halinden uyku haline geçiyor. Yüzümüze vuran güneş içimizi ısıttıkça bizim de içimiz geçiyor. Böyle saçlarım kabartılmış, kalın bir bantla bağlanmış, ayağımda fiyonklu babetler, topuklar iğne gibi sivri, etek desen dizüstü, kolda ufak bir çanta sallanıyor. Belgin Doruk Paris'te. Kırıta kırıta yürüyorum. Az sonra Jean Gabin ile buluşacağız. Öksürük sesiyle uyandım. Ak saçlı garson tepemde, yolcu yolunda gerek diyor bakışları. Hesabı ödeyip kalkıyoruz.

13 Mayıs 2010 Perşembe

Yolların Ustasıyım Gözlerinin Hastasıyım


Çocukken okula toplu taşıma araçları ile gitmem yasaktı. O vakitler daha servisler yaygın değil. Şirketler değil şahıslar yapardı servisciliği. Benim servisin şoförü de mahallenin kuru temizlemecisiydi. Beyaz bir Toros'un içine doluşup giderdik. Ama gözümüz hep otobüslerin ve dolmuşların sihirli dünyasındaydı. Otobüse binmek büyümenin ispatıydı gözümüzde. Beşinci sınıftayken isyan bayrağını çekip, servisi "babam almaya gelecek" diyerek atlattım ve ilk kez bir kırmızı ikarusa bindim. Akşam serviste beni göremeyen annem çıldırdığı için eve gelince bir güzel zopa yedim ama olsundu her fiskesine değmişti. Sonra baktılar benim gözüm göz değil, babam, aynı apartmanda oturduğumuz bir sınıf arkadaşımla birlikte gidip gelmemiz koşulu ile kokulu, kalabalık ama eğlenceli dünyaya adım atmama izin verdi. Otobüsün en arkasındaki uzun koltuğun ardında, camla koltuk arasında bir yükselti olurdu. Koltuğa değil, bu yükseltinin üzerine çıkıp oturmaya bayılırdık.

Derken Ankara'ya Macaristan'dan ithal körüklü otobüsler geldi. Binenler ballandırarak anlatıyor; "körüğün olduğu yerde dairesel bir alan var, otobüs dönerken savruluyorsun". Meraktan öleceğim nasıl bir şey körüklü otobüs. Okul ile ters alâka bir hatta çalışıyor. Numunelik koymuşlar. Rengi yeşil, upuzun bir şey, içi parıl parıl parlıyor yenilikten. Neyse fazla sürmedi bekleyiş, bir haftasonu babamla bindik. Sonraları yaygınlaştı, bizim semtin otobüsleri arasında yeşillerin rengi arttı. Biner binmez körüğün olduğu yuvarlak alana ilerlerdik. Her araba sollayışta, her kavşak dönüşte hoooooop savrulurduk ters tarafa. Liseye başladığımda chevrolet dolmuşlar yerini minibüslere bıraktı ve dolmuş kullanmaya başladık. Otobüs fiziksel temas, dolmuş insani temas odaklıdır. Dolmuşta şoförün ruhsal bunalımlarına, neşesine yakinen şahit olursun. Müzik zevkin bambaşka denizlere yelken açar. Dolmuşta Kaptan'ın dediği olur. Müsait yere o karar verir, dinlenecek müziği o seçer, "sen son durakta iniyorsun, geç arkaya" diyerek oturacağın yeri de o gösterir.

Uzun süredir dolmuş otobüs kullanmıyorum. Evim şehre uzak olduğu için arabayla gidip gelir oldum. Bu da yol eğlencelerinden mahrum ediyor beni. Geçenlerde, gideceğim yerede park sorunu olduğu için arabayı almadım ve dolmuşa bindim. Aman Allahım o nasıl bir yolculuktu. Dolmuştan inesim gelmedi. Büyülenmiş gibi kalakaldım.

Orta boylu, siyah saçları alabros. Saçlar öyle bir taranmış ki, arkadan, ikiye ayrılmış da karılırken içiçe geçmiş iskambil destesi gibi duruyor. Her iki bilekte birer parıldayan gümüşten bileklik. Sağ el parmağında yine gümüş yüzük. En almanından pırıl pırıl parlıyor.

Yokus aşağı giderken kendinden geçiyor. Baş parmak ve işaret parmağı geriye doğru uzanarak vites kolunun başını kavrıyor sonra sanki manitasının yanağından makas alır gibi afili bir tarzda el bilekten kıvrılarak bir falso veriliyor. Allaalllaaah nidasını patlatmamak icin zor tutuyorum kendimi. Hele yolcu indirmek için, o otomatik kapı düğmesine yine aynı manitanin poposuna çimdik atar gibi, aynı falsolu bilek hareketiyle bir basışı var. Aman Allah Yarabbiiiim. Kapıyı kapamak icin yaptığı bir baska artistik hareket ruhumu teslim etmeme neden oluyor. Sanırsın az önce kabasına çimdik yiyen kız, el hareketlerinden kaçmak istiyormuşcasına koketleşerek adamın diğer tarafına dolanmış da, bizim hızlı çapkın bir çimdik de bel kırarak uzaklaşan kızın sol kalçasına savurmuş. Öyle bir keyif hali var yüzünde.

Araba yavas yavas hızlanırken, vites kolunu yana çekerken (bu dolmus vitesinde 2 mi 4 mü ne oluyorsa) avucunun kenarıyla şöyle masa üstü kırıntılarını toplar gibi o vites topuzunu hızlıca sıvazlayıp, parlatma hareketi çektikten sonra, el bilekten attırılarak direksiyonun üstüne yerleştiriliyor. Mubarek gerdan kırar gibi bilek kırıyor.

Araba hız kazandığında hafiften kıçını kaldırıp koltuğa yeniden yerleşişine, sağ aynaya bir yengeç bakışı, orta aynaya bir klark cekisi var. Görmeyen ölsün. Zaten "Bütün Konutkent kurbaaaaaaaan olsun sana" diye inliyor dolmuş.

Yalnız yokuş çıkarken vitese çekilen el ense hareketleri sadeleşiyor. Yolcu indirirken öyle bir boşa alışı var ki vitesi kahrından ölürsün. Batsın bu dünya edasıyla avuç içinin bileğe yakın kısmıyla kaktırılıyor vites topuzuna.
Ben bıçkın şoförümüzün kombine hareketleriyle hipnotize olmuş vaziyette nerde olduğumuzu unutmuş gidiyoruz sanırken, kaptan, kolunu koltuğunun arkalığına geçirip arkasını yarım dönmüş bana bakarken kendime geldim. Yana kayan bir gülümseme ile "Deniz tükendi abla" dedi.

12 Mayıs 2010 Çarşamba

MARADONA MON AMOUR


Kardan hiç hazzetmesem de çocukken TRT'de yayınlanan kış olimpiyatlarını hiç kaçırmazdım. Artistik patinaj bir yana, kendilerini iç bükey bir pistin en tepesinden koy verip uçarak yere kondukları kayakla uzun uçmadan tutun da, tabutumsu kızaklarda buzdan oyulmuş kanalların içinde kıvrıla kıvrıla son sürat kaydıkları buzda tornet yarışmalarını keyifle izlerdim. Spora izleyici olarak istidadım parmak ısırtacak düzeydeydi doğrusu. Büyüyüp, aklım başıma denk gelince kasklı, polarla kundaklanmış adamlardan ziyade, kısa şortlar giymiş, beyaz tişörtlü erkekler ilgi alanıma girdi ve İvan Lendl/ Goran İvaniseviç sayesinde tenise gönlümü kaptırdım. ama her zaman tek aşkım futbol oldu.

Kitlelerin afyonudur futbol. Hangi sınıftan gelirseniz, ister asilzade, ister aristokrat, ister işçi, birbirine benzemez insanları, hatta birbirinin dilinden anlamaz insanları bir araya getirir. Mesela İtalya'da sonradan başbakan da olan mafya babaları, demir kaçakçılığından zengin olmuş aile çocukları klüp başkanı olmuşlardır. Bu sporun içinde keserini palasını beline dolayıp gelen kurtlar, tribünlerde tekbir getiren hırtolar, fenerbaaze diyen yöneticiler de olsa, tüm bu insanlara ve daha fazlasına kollektif sevinçler ve hüzünler yaşatan futboldur. Kriket olacak değil ya.

1982 yazında dayım ve dedem İzmir'den Ankara'ya bizi ziyarete geldiler ve ben fitbolla tanıştım. Anaerkil aile geleneğini izleyerek Gassaraylı idim ama ben Fatih Terim'i yazları kara donuyla damda gezen komşunun oğlu olarak tanıyordum. Dayım bir futbol sevdalısı idi. Maçları izlerken yaptığı espriler, heyecanlı çıkışları, yorumları futbolla uzaktan yakından ilgisi olmayanları bile ekrana baktırırdı. O yaz Dünya Kupası maçları oynanıyordu. Ama ne kupaydı!

Tüm maçlarını izlediğim dünya kupalarından ilki 82, ikincisi de 86 Dünya Kupasıdır. Bu iki kupa maçlarında yaşadığım heyecanı, bir de 2000 UEFA Kupası maçlarını izlerken yaşamıştım. Time Square'de mukim ESPN'i kapatıp adamlara dükkandaki tüm ekranlardan kupa maçlarını verdirdik. Biz istedik diye yapmadılar tabii. Taş çatlasa 40 kişinin sığacağı salona 150 aç ve çılgın Türk dolunca, adamlar paranın kokusunu aldılar ve Amerikanya tarihinde ilk defa iri kıyım adamların tepiştiği Amerikan futbolu yerine skorsuz bitme ihtimali de olan "soccer" izledi.

Konumuza geri dönecek olursak. Hiç bir takımı bilmediğim için, her maçta tuttuğum takım değişirdi. Zaten benim bir yıldız takımım değil, yıldızlardan kurulu bir hayal takımım vardı.   


Dino Zoff, Paolo Rossi, GentileArdiles, Kempes (ah o saçlar), Socrates (adam gerçekten sokrates'in gençliğine benziyordu o sakalla), Zico, Karl Heinz Rummenige (ilk aşkım), Lieneker (bu da aşkım), Littbarski (bu da) ve sadece futboldaki dehasına değil, zekasına ve kişiliğine, hayata posta koyuşuna hayran olduğum Diego Armando Maradona.


Bu yazının konusu bu adamdır amma velakin 82 Dünya Kupası için de bir kaç söz etmeden geçmek istemiyorum. O yıl ilk defa Afrika ve Asya kıtasından takımlar da katılmıştı. böyle müsabakalarda, hiç bir uluslararası turnuvada oynamamış, bırak turnuvaları gelişmiş dünyanın .ikinde olmayan ülkelerin vatandaşları arasında duygusal bir bağ kurulur. Haritada belki yerini gösteremediğin bu kavruk ülkelerin sporcularına, takımlarına, yarışmacılarına sempati duyarsın. Benim 1982 sempati kraliçem Kamerun idi. Gariplerim, 2.tura çıkacakken bir gollerinin “off-side” gerekçesi ile iptal edilmesi neticesinde İtalyanlara kaptırmışlardı turu. “Off-side” olmadığı "replay"lerde gün gibi görünüyordu ama İ. Hakem kararını vermişti bir kere. Ailecek bu duruma kahrolduk. Dayım kalktı bir ufak açtı. İçki nedir bilmezdim şimdi bir ayyaş oldum şarkısını söyledik birlikte. Külliyen yalan. Küçük zaten her akşamın ritüeliydi.
 
Hatırladığım kadarıyla Paolo Rossi ve milli takımdaki bazı oyuncuların adı lig maçlarında şike yaptıkları gerekçesi ile karalanmıştı ve ceza almışlardı. Bu iki olay çakışınca şeytan insanların aklına olur olmaz düşünceleri soktu tabii. Turnuvanın ikinci skandalı Batı Almanya ile Avusturya arasında oynanan maçta yaşanmıştı. Ama burada germenler eşeğin şeyine hepten suyu kaçırmışlardı yani. Almanya lehine çok gollü bir galibiyet, aynı gruptaki Cezayir'e ikinci takım olarak tur atlatacaktı. Almanya ilk golden sonra Avusturyalı oyuncularla birlikte pikniğe çıktı ve turu iki germen takım geçti. Cezayir'in itirazları sonuç vermedi ama bir sonraki turnuvada FİFA kural değiştirerek son iki maçın eş zamanlı oynanmasına karar verdi. Bu durum ne ev sahibi İspanyol, ne mazlum Cezayirli ne de rezil bir galibiyet almış alman seyircisini memnun etti. Sonuçta kupa Almanlara da yar olmadı. İtalya kucakladı aldı.

82 Kupasında herkesin merakla beklediği Maradona yediği tekmelerle başını çimlerden kaldıramadığı için varlık gösterememişti ama 86'nın yıldızı olmuştu.

1960 yılında sekiz kardeşin beşincisi olarak, Buones Aires’in dışındaki varoşlardan Fiorito’da doğdu. Dokuz yaşına kadar yaşadığı şehir görmedi bile. Futbola minikler ligi olarak tanımlanabilecek  “Los Cebollitas”da 9 yaşında başladı. 15 yaşında profesyonel oldu. 16 yaşına geldiğinde Arjantin milli liginde oynuyordu. 78 Dünya Kupası için kendisini takıma almaması yüzünden, aynı zamanda akıl hocası ve büyüğü olan teknik direktör Menotti’yi hiç bir zaman affetmeyeceğini söylemiştir. 1982 Dünya Kupası’nda 2 gol kaydetti. Gentile’nin aman vermez baskısı tepesinin tasını attırınca oyun dışı kaldı. 1986 Dünya Kupası’nda dönüşü muhteşem oldu. Ben bu adamı izleyerek büyüdüm. Ne mutlu bana ve benim tertibime ki biz bu adamın ne büyük bir futbolcu olduğunu kendi gözlerimizle gördük.

İngiltere’ye Shilton’ın bacak arasından eliyle attığı gol için maçın ardından istifini bozmadan, “bir el vardıysa, o tanrının elidir” diyerek İngilizleri iyice çileden çıkarmış ve İngiltere ile Arjantin arasında Falkland Savaşı’nı başlatmıştır.

Kısa boyuyla tezat oluşturan kocaman kafası, o kafadan kara çalılar gibi fışkıran dağınık saçları, deli fişek bakan kara gözleri, bir halterci gibi tombul baldırlı güdük bacakları, geniş iman tahtası, tükenmez enerjisi, zekası, dehası, isyankârlığı ve hırçınlığı ile bir futbol anıtıdır Maradona.

Futbolun endüstrileşmeye başladığı sinyalini verdiği yıllarda, bu endüstrinin bir “işçisi” olmayı reddetmiş, sanatını icra ettiği alanın dışında özgür olmak istemiş, bu nedenle dayatılan ağır çalışma koşullarına, cezalara, tazminatlara kafa tutmuş, bir futbolcunun apolitik olmaması gerektiğini politik tavırlarıyla göstermiş, kadınlara ve alkole düşkünlüğünü ilan edecek, İngiltere’ye “tanrının eliyle” attığı o golü, fotoğraflarla belgelenmeden önce itiraf edecek kadar da dürüst bir adam. Yaşayan son futbol kahramanı.

2002 dünya kupasında, kokain kullandığı gerekçesiyle kendisine vize vermeyen Japonya’ya “evet kokain kullandım ama hiç değilse Amerikalılar gibi binlerce masum insanı öldürmedim” diyerek ayar vermişliği de vardır.



Futbolun güzelliği, her şeyden önce oyuncusundan taraftarına bu oyuna duydukları saygıdan ve aşktan kaynaklanır. Kara paranın aklandığı, parasal gücün siyaset üzerinde kullanıldığı bir endüstri haline gelerek ruhunu kaybetmiş, insanların üzerinden düşmanlıklarını birbirlerine kustukları kirli bir arenaya maradona pele elele gönül gönüledönüşmüştür.
Tanrıdan dekadana, şeytandan kurbana, azizden uyuşturucu bağımlısına bir dolu sıfatı olan bu adam için herkesin mutabık kalacağı bir tek gerçek vardır. Maradona'nın sadece yeteneği değil, onun futbol aşkı ve bu mesleğe duyduğu saygı onu gelmiş geçmiş en büyük futbolcu yapmıştır. Öyle ki, FİFA tüm zamanların en iyi futbolcusu için iki ödül vermiştir. Resmi ödül Pele'ye giderken, "Halkın Seçimi" ödülü Maradona'nın olmuştur.

Hatırlıyorum, 1994 yılındaki Dünya Kupasında maçtan atıldığında Bangladeş'te yüzlerce insan toplu intihara kalkışmıştı. Aklından ve yüreğinden geçenleri söylemekten hiç bir zaman çekinmemiş varoşlardan gelen asi ruh, ödün vermektense ölmeyi yeğ tutan küçük dev adam sonunda yıllara yenik düştü. Manda gönünden dövülmüş yüreği tekledi. Taraftarlar, spor adamları, muhabirleriyıllarca ona "tanrı", "yıldız", "kurtarıcı" dediler. 2004 yılında yüksek tansiyon yüzünden fenalaşıp hastaneye kaldırılınca, onun da aynı zamanda sadece bir insan olduğunu hatırladılar.




11 Mayıs 2010 Salı

Orji Morji


Böyle sapıkça bir şarkı olur mu? haydi oldu, çocuklara öğretilir mi yahu? Adam kesen, deri yüzen, kafa uçuran cinsten cinayetler işleyen katillerin neden anglosakson lar arasında yaygın olduğuna şaşmamak lazım. Karındeşen Jack'i kim suçlayabilir. Belli ki adamın çocukluğu bu tekerlemeler yüzünden travmatik geçmiş.

Orjina adıyla "Georgie Porgie", l. James’in maiyeti ilk Buckingham Dükü George Villiers’dır. İncil’de geçen melek yüzlü Stephen’dan esinlenerek James kendisine “steenie”lakabını takmıştır. Sadece lakap takmakla kalmamıştır bittabi. Villiers aynı zamanda kralın maşukasıdır. yakışıklı georgy porgy kadınların da ilgisini çekmekte, biraz ondan biraz bundan derken hem halkın hem de parlamentonun tepkisiyle karşılaşmaktadır.

Villiers’ın en hayasız ilişkisi hiç kuşkusuz fransa kraliçesi ve XIII. Louis’nin zevceleri Anne of Austria ile olmuş her ikisini de dillere düşürmüştür. Kralın üzerinden büyük etkisi olan, kendisine bahşedilen sınırsız özgürlükleri kullanan ve politik dalaveralar çeviren bu “en çok nefret edilen adam” sonunda parlamentonun sabrını taşırır ve krala dur ihtarı verilir. george villiers ile anne of austria arasındaki romantik ilişki Alexander Dumas’nın "üç şilahşörler" romanında işlenmiştir.

Aldous Huxley'nin "Brave New World" (Cesur Yeni Dünya) kitabının beşinci bölümünde de tekerlemeye çok şahane bir gönderme yapılır. "orgy-porgy, ford and fun/Kiss the girls and make them one./boys at one with girls at peace;/orgy-porgy gives release." Aşağı yukarı şöyle diyor "orji morji,fordcu musun keyif pezevengi/ öp kızları bitir işi/oğlanlar işte, kızlar oynaşta/orji morji rahatlatır bünyeyi".

Benim gibi ayrıntı saplantınız varsa hoşunuza gidecek bir başka örnek de morgan freeman'ın filmi "kiss the girls". Film adını bu tekerlemeden alıyor.

Aslında bu ne bir toto klasiği ne de bir eric benet cover'ıdır; bildiğin anonim tekerlemedir.

"georgie porgie pudding and pie, (corci porgi, puding ve börek)
kissed the girls and made them cry (öptü kızları ve ağlattı bilerek)
when the boys came out to play, (dışarı çıktığında oynamak için oğlanlar )
georgie porgie ran away."(corci porgi durmaz kaçar)

Aç Kapıyı Bezirgân Başı


Dün geceden devam. Oldukça ilginç ve eğlendirici geldi bana bu tekerlemelerin cemaziyevveli. “Aç kapıyı bezirgânbaşı”nı oynamayanımız yoktur herhalde. Birbirinden habersiz, farklı karalar üzerinde çocuklar nasıl aynı oyunları oynuyorlar ilginç gerçekten. portakallar ve limonlar da ingiltere’de çocukların bezirgân başını oynarken söyledikleri bir tekerleme. İki çocuk karşılıklı olarak durup ele ele tutuşarak bir köprü oluştururlar. bir diğeri köprünün altından geçerken yakalanır ve diğer iki çocuk tarafından başının kesilmesi taklit edilir.

Tekerlemede geçen yerler (bells of st. clement's, bells of st. martin's, bells of old bailey, bells of shoreditch, bells of stepney, great bells of bow) londra’nın çeşitli kiliselerinin bulunduğu mahallerdir.

"Oranges and lemons" say the Bells of St. Clement's(aziz clement'in çanları der; portakallar ve limonlar)
"You owe me five farthings" say the Bells of St. Martin's(aziz martin der; beş çeyrek borçlusun bana)
"When will you pay me?" say the Bells of Old Bailey(old bailey sorar, ne zaman ödeyeceksin)
"When I grow rich" say the Bells of Shoreditch(shoreditch çanları cevaplar "zengin olunca)
"When will that be?" say the Bells of Stepney(Stepney'nin çanları sorar ne zaman)
"I do not know" say the Great Bells of Bow(bow'un çanları cevap verir bilmiyorum)
"Here comes a Candle to light you to Bed(işte geliyor yolunu aydınlatan kandil)
Here comes a Chopper to Chop off your Head(işte geliyor kelleni uçuracak cellat)
Chip chop chip chop - the Last Man's Dead."(çop çop çop, sonuncusu da oldu mefta)

tekerlemenin sonundaki sözlerin daha sonraki tarihlerde çocuklar tarafından eklendiği düşünülür. londra’da idamların halka açık olarak yapıldığı yer, bugün marble arch denilen tyburn gate idi. darağacı (tyburn-tree) düzeneği sonraları azılı suçluların ve borçluların yattığı bir hapishane olan newgate’e taşındı ("when will you pay me"?"). idamı haber vermek için, old bailey’nin çanları daha doğrusu st sepulchre’ün ince sesli çanı darağacının newgate’e taşınmasından önce kullanılırmış. newgate hapishanesi (bugün old bailey’nin bulunduğu yer) kendi çanını kendi çalar olmuş.

bu kadar açıklamadan sonra sanırım son dizelerin ne anlattığı iyice ortaya çıktı (son dizelere geliyoruz).
idamı bekleyen suçlular ya da kader kurbanları (portakallar ve limonlar) gece yarısı hücrelerinin önünden kandille geçen ve elindeki çanı çalan st. sepulchre’ün zangocu ile başlarına geleceği anlarlar (“here comes the candle to light you to bed”). zangoç çanı çalarken bir yanda da

“all you that in the condemned hole do lie,(düştün mapus damlarına yatarsın)
prepare you for tomorrow you shall die; (hazırlan bineceksin kayıkçının sandalına)
watch all and pray: the hour is drawing near (izle ve dua et, çok az kaldı yarına)
that you before the almighty must appear; (çıkacaksın tanrının huzuruna)
examine well yourselves in time repent, (tövbe et, titre ve kendini eyle seyir)
that you may not to eternal flames be sent. (ki yakmasın seni cehennemin alevleri cayır cayır)
and when st. sepulchre's bell in the morning tolls (sabah çaldığında aziz sepulcher'ın çanları)
the lord above have mercy on your soul.”(tanrı affetsin o sefih ruhları)

diye mırıldanırmış.

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Yağ Satarım Bal Satarım


Dün gece sancısı tutmuş kediler gibi dolandım durdum evin içinde. Hani bazen enerji patlaması yaşarsın da, o enerjiyi aktaracak yer bulamazsın. Ne yapsan kesmez. Birilerini arayıp sohbet etmek için de hayli geç bir vakit. Barış Uygur'un kitabını aldım elime. Gözlerim satırlarda akıp gidiyor ama kafama giren bir şey yok. Kapattım kitabı. Müziğe sardırıyım dedim. Whitesnake, İron Maiden. Enerji boşaltmak için uygun, lakin gecenin birinde kısık sesle metal dinlenmiyor; dinlerken de kıpırtısız oturulmuyor. Kalktım Dave Gilmour'un konser DVD'sini koydum. Hem fiziksel hem bilişsel olarak sakinleştiriyor insanı. Konser bitti. Bu kez de uykum kaçtı. Eee, geriye tek çare kalıyor internet. Nette ortaya karışık takılırken, kendimi İngiliz çocuk şarkılarını, tekerlemelerini winamp'te dinlerken buldum. Oda neymiş, bu da neymiş diye daldan dala konarken sabahı ettim. İşte gecenin özeti:

Konteslikle taçlandırılıp, konformist zümreye dahil olmadan önce, özel sektörün sefil bir neferi olarak mecburi hizmetimi, londra düzlüklerinde pazarcılık, garsonluk, çocuk bakıcılığı gibi bilimum işlerde saç baş yolarak, topuk kası ve varis geliştirerek eda ettim. dil üstünde dil kaydırarak dil öğrenme hevesim, envai boy ve yaştaki laftan anlamaz çocuklara dil dökerek kursağımda düğüm oldu. Sonraları bu düğümü iskendervari bir çözümle açtım ama konumuz düğüm değil, sefil bakıcılık günlerim sırasında öğrenmiş olduğum ingiliz kültürünün birbirinden psikopat çocuk tekerlemeleri.

Bir tekerleme bir öykü köşemizde ele alacağımız ilk pisi pisikopat çocuk tekerlemesi "pop goes the weasel". Bizim yağ satarım bal satarımla, sandalye kapmaca arasında bir oyun oynanırken söylüyor bunu çocuklar.

Orjini 17. yüzyıla dayanan bir tekerlemeden mülhemdir. 

"pop" ve "weasel" kelimeleri Londra'da mukim cockney argosundan gelmektedir. Cockneyler bir nevi Londra'nın roman takımı olurlar. Aynasızlardan nefret eden, birbirlerine bağlı ve yabancılara karşı şüpheci insanlardır. Durum böyle olunca da kendi aralarında kullandıkları anlayana aşkolsun bir dil geliştirmişlerdir. Buna kafiyeli şifreli argo da denebilir herhalde. mütemadiyen ikinci kelimeyi es geçtiklerinden dile yabancı birinin anlaması imkansızdır.

"pop", "pawn"(rehin) kelimesi yerine kullanılan argo bir sözcüktür. Weasel ise "weasel and stoat"dan gelir ve "coat" (palto-ceket) manasındadır. bir zamanlar yoksullar bile pazar günleri kiliseye giderken üstlerinde temiz bir şeyler olsun diye bir takım elbise bulundururlarmış. Zor durumda kaldıklarında da bu elbiseler pazar günleri teslim almak üzere pazartesi günü rehinciye verilirmiş. Yani: "pop goes the weasel". Nihayetinde anaokul çocuklarına öğretildiği için böyle bir hikaye üfürülmüş. Gerçi hangi bebe tutup da tekerlemenin anlamını soracak. kaçımız aç kapıyı bezirgan başı tekerlemesinin nerden geldiğini merak ettik. 

İşin aslı, ayyaş ingilizler "eagle pub"a uğrayıp beş on şişe bira yuvarlamadan önce ya da yuvarladıktan sonra rehinciye bıraktıkları paltolarının parası ile hesabı öderlermiş. Burada biraz daha açıklama yapabiliriz aslında. "up and down the city road, in and out the eagle -that’s the way the money goes - pop! goes the weasel"(voltala dur sokakta. bir içeri bir dışarı kartal barında, gönlüm hovarda, . semayeyi bıraktık rehin dükkanında). "The eagle" (kartal) kelimesi londra'nın kuzeyindeki varoş mahallesi Hackney'de, City Road ve Shepherdess Walk'ın köşesindeki "Eagle Tavern" adlı pub'dır.

Bu eski pub 1825 yılında Charles Dickens'ın da müdavimlerinden olduğu bir müzikhole dönüştürülmüştür. Müzikhol'ün 1883'de alkole de müziğe de hiç sıcak bakmayan salvation army'e satılması ise düpedüz ironiktir yani. müzikhol sonraları yıkılmış ve yerine şimdiki pub kondurulmuştur. Bunu da şurdan biliyorum. o köşedeki çamaşırhanede az çamaşır yıkamadım, çamaşır yıkarken kahırlanıp vatanım vatanım diyerek az bira içmedim.

Weasel'ın da aslında I. James'in takma adı olan Vaisselle olduğu, söylene söylene bozularak weasel şeklini aldığı rivayet olunur. Pirinç ve melas ise renklerinden dolayı olsa gerek patlayıcı yapımında kullanılan potasyum nitrat ve kömürün argo karşılığıdır. Pubdan rehinciden patlayıcılara geçtik ne alâkası var gibi görünebilir ama bir alâkası var. 


Tüm bu gizli saklı kelimeler Robert Catelby önderliğindeki ingiliz katoliklerinin I. James'e karşı giriştikleri başarısız suikast girişimini anlatmaktadır. plan, parlamentonun açılış tarihi olan 5 kasım tarihinde lordlar kamarasını havaya uçurmaktır. lakin kozmik odada yapılan araştırmalar sonrasında suikast planı öğrenilmiş ve suikatörler ele geçirilerek cezaları oracıkta infaz edilmiştir. Bu olaydan geriye bir tekerleme bir de her 5 kasımda londra'da havai fişeklerle kutlanan"bonfire night" olayı kalmıştır.

söz konusu tekerlemenin birkaç versiyonu olmakla birlikte en çok çığrılanı şöyledir:

"half a pound of tuppenny rice,  (bir dirhem pirinç)
half a pound of treacle.               (bir dirhem pekmez)
that’s the way the money goes,(ahanda paracıklar bitti)
pop! goes the weasel.                ( bizim palto da rehinciye gitti)
up and down the city road,         (voltala dur sokakta)
in and out the eagle,                  (bir içeri bir dışarı kartal barında)
that’s the way the money goes, (ahanda paracıklar bitti)
pop! goes the weasel."               (bizim palto da rehinciye gitti)

Sözün özü bir avuç pirinç, iki dirhem pekmez, iki pint da ale devirince hoop ceket gidiyor rehinciye. 

6 Mayıs 2010 Perşembe

The Bell-Çan

 İris Murdoch’ın 1958 yılında yayınlanan romanı "çan"ı, orjinal dilinde "the bell", Robinson Crusoe 389'un üst katında bitirmiştim.

Roman, Dora Greenfield’in gönülsüz de olsa, birtakım elyazmaları üstünde çalışan bıyıklı entel “macho macho man” kocası paul ile buluşmak üzere, yabancılar için küçük şirin nostaljik, yerlileri için bayıcı ve bunaltıcı, zamanın akmayıp durduğu ingiliz şehirlerinden birinde mukim, ihata duvarı bir anglikan manastırına dayalı İmber Court (imber köşkü diyelim biz)’a gelişiyle başlar.

Ruhban bir grubun yaşadığı köşk, geçmişi sübyancılıkla lekelenmiş, rahip olacakken kaderin taklasına gelmiş, eşcinsel michael meade’e aittir. Manastırın (ımber abbey) başrahibesi ile michael’ın birlikte kurup devam ettirdiği bir topluluktur bu ve yaşadıkları köşk de bir çeşit araf gibi manastır ile gerçek dünya arasındaki bir geçiş bölgesi; eli tefekkürde gözü oynaşta olanlar için tampon bölgedir. Ne öte dünyaya kendini hazır hisseden ne de bu dünyanın gerçekleriyle baş edebilen bu insanlar aracılığıyla yazar, ahlaki ve dini değerlerin insan doğasına uygunluğunu, uymadığı zaman uyumlaştırılması gerekip gerekmediğini sorgular.

Köşkte yaşayan herkesin (eşcinsel michael, bu konuda kimlik bunalımı mı yaşıyor diye şüphe ettiğim ve kendisinin de aynı eğilimi taşıdığını düşündüğüm nick, evli bir kadına aşık olan ve eşcinsellik konusunda kafası karışan toby, şehvet düşkünü koca Paul, kocayı aldatan kadın Dora, rahibe olmayı gönülsüzce kabullenen aşk ateşiyle yanan Catherine, kopan evlilik bağını uhrevi bir bağla düğümlemeye çalışan bay ve bayan Marks vs vs) kafası karışıktır, hayatı karışıktır (steril adam James Taper hariç).

Kitaba adını veren Çan’ın ne manaya geldiği konusunda ise, hem evde yaşayanların hem de okurun kafası karışıktır. çünkü biri gölün dibinde yatan, diğeri sipariş edilen olmak üzere iki çan mevcuttur. Paul’un karısına anlattığı hikayeden öğreniriz ki, eski çan, bir rahibenin aşık olup, gizli gizli aşığıyla buluştuğu suçlamalarını reddederek gölde intihar etmesiyle gölün dibini boylamıştır. efsaneye göre sesinin duyulması bir ölüme işarettir.

Sersem mi akıllı mı olduğunu kestiremediğim dora ile genç irisi Toby, Çan’ı gölün dibinden çıkararak bir faciaya yol açarlar. Çan’ın üstüne “ben aşkın sesiyim” kazınmıştır. Manidar değilmi? Çan belki de uhrevi aşk ile dünyevi aşk arasında kalan (michael ve catherine) insanların kendileriyle mücadelesinin sembolüdür.

Roman boyunca sık sık ikilem yaşayan, kafası karışan, bir yol, bir rahatlama, bir kurtuluş bulmaya çalışan iki karakterden biri dora diğeri michael’dır. Michael bu dünyaya ait tensel arzuların ve uhrevi aşkın aynı kaynaktan beslendiğini düşünür ama diğer yandan bu düşüncenin kendisini bir sapkın mı yaptığı, yoksa arzularını masumlaştırıp temize mi çektiği konusunda açmaza düşer. Doğuştan mümin, sarsılmaz yıkılmaz James karşısında, Michael arzularıyla olması gereken arasında sıkışmış dokunaklı bir karakter. Michael’ın, Nick’e duyduğu sevgiyi, özlemi, kırgınlığı, hayal kırıklığına uğratılmışlığı, arkadan hançerlenmişliği ve tüm bu duyguları nick’in hayali ile harmanladığı bir başkasında (Toby) sırasıyla dindirmek, temize çekmek ve susturmak isteği olağanüstü güzel bir sahne ile anlatılmış. "our actions are like ships which we may watch set out to sea, and not know when or with what cargo they will return to port".
O eve dönüş sahnesinden sonra ise laylaylom Toby’nin olan biteni, michael’i, kendi etik anlayışını sorgulaması başlar. İnsani zaaflar ile ahlaki kurallar arasında gidip gelir, karakterleri değerlendirirken kendinize de bir göz atarsınız ister istemez.

Yazıldığı yıla bakılırsa zamanında devrim yaratmış olsa gerek bu kitap. 50li yılların muhafazakâr (gerçi her daim muhafazakâr) ingilteresi'nde ahlak anlayışını sorgulamak, eşcinselliği sorgulamak her yiğidin harcı değildir.

Deepest Purple


Sene 1967-1968. Dünyanın yayık ayranı gibi çalkalanıp köpürmeye başladığı yılların başlangıcı.  Altı Gün Savaşları da denilen Arap –İsrail Savaşı kopmuştur. İsrail, Suriye’den Golan Tepeleri’ni, Filistin’den Gazze ve Batı Şeria topraklarını koparır. Birleşmiş Milletler birbirine girer. ABD’nde ırk ayırımına karşı ayaklanmalar bütün ülkeyi sarmıştır. 

ABD Anayasa Mahkemesi, ırklararası evliliği yasaklayan tüm eyalet yasalarını anayasaya aykırı bulup iptal eder. Bu arada çiçek çocuklar Vietnam Savaşı karşıtı gösterilerde ortalığı çiçeklerle süslerken, karşılığında polisler de kanla boyama çalışmaları yapmaktadır.  

O yıl, Oscar goes to A man For All Seasons. Thomas More’un hayatını anlatan nefis bir filmdir. Dustin Hoffman’ı kalplere, Simon & Garfunkel’in Mrs Robinson’ını dillere pelesenk eden “Graduate” filmi de 1967 de gösterime girer.


Andy Warhol’un meşhur Marilyn Monroe renkli baskısı da 67’ye damgasını vuran görsellerden biridir. Bu arada Çin ilk hidrojen bombasını patlatmıştır.

 Yunanistan’da Ergenekonis davasında, 15 subay darbe girişiminde bulunma suçundan mahkum olmuş ama bu durum darbeyi engelleyememiştir. Apollon 1 ekibi elektrik kontağından çıkan yangında rahmete kavuşurken, Vietnam Savaşının simgesi haline gelmiş olan, General Nguyen Ngoc Loan’ın Viet Conglu bir mahkumu öldürdüğü fotoğraf insanların hafızasına kazınmıştır. 


Daha daha neler olmuş? Rıza Pehlevi tacını pederinden devralmış. Garibim daha sonra elinde bavul  turist Rıza olacağını bilmiyor tabii. Bizde de Trabzonspor kurulmuş. Fenerbahçe’nin altın çağı başlamış. Yılmaz Güney henüz yımırtalık savcısını öldürmemiş, peşpeşe film çekiyor: Kızılırmak Kara Koyun, Balatlı Arif, Eşkiya Celladı, Çirkin Kral Affetmez. Daha sonra O da affedilmeyecek, fransa acı vatan’da ebediyete nakline kadar sürgün kalacak. 

Güzel şeyler de oluyor. Nicole Kidman, Kurt Cobain, Benicio del Toro, Philip Seymour Hoffman, Julia Roberts ve François Ozon doğuyor. Izlemeye bıkmadığım “Cool Hand Luke” ve “le Samourai” çekiliyor. İngiltere o sıralarda AB kapısında aday adayı. Müzakerelerde ben götümle girerim AB’ye derken. Götüne “De Gaulle”ün vetosu giriyor. O yıl Barclays, ilk atm makinasını kuruyor ve hallelujah eşcinsellik suç olmaktan çıkarılıyor. Bunlar müzakere fasıllarında yer alan şartlardı herhalde. Ayrıca Celtic F.C, Inter Milan’ı 2-1 yenerek UEFA kupasını ( nam-ı diğer Avrupa Kupası) kazanan ilk Birleşik Krallık takımı oluyor. 


Jimi Hendrix ve Pink Floyd ilk albümlerini çıkarıyorlar. E bunca lafı niye ettik? Ve dünyayı sertçe sallayacak bir ingiliz grup daha er meydanına çıkıyor. Deep Purple’ın temelleri 1967'de atılıyor. Resmen 1968’de kuruluyorlar.  


Grubun efsanevi klavyecisi John Lord ile davulcusu Ian Paice ikiz kızkardeşlerle evlendiklerinden aralarında bir bacanak ilişkisi de var. 1967 yılında davulcu Chris Curtis şoparları toplayalım, gezici bir grup oluşturalım, çalanlar sık sık değişsin, kafasına gore takılan bir kumpanya olsun, adı da “Roundabout” olsun deyu parası olan ama zevk sahibi musîkişinas bir işadamına fikrini çıtlatıyor. Fikir tutuyor ve derhal üye arayışına çıkılıyor. Kapıdan içeri ilk girenler, klasik müzik eğitimi almış olan John Lord ve teee Hamburg’ta konsomatris gitarcı (session guitarist oluyor gavurcası) olarak çalışan Ritchie Blackmore ve davulcu Ian Paice. Nick Simper (bass) ve Rod Evans (vocal) ise daha sonraları yerlerini Roger Glover ve garbın bülbül sesli şarkıcısı Ian Gillan’a  bırakıyorlar. 68 baharında grubun adı mosmora dönüşüyor.  

Derler ki, grup provaları Ritchie’nin kulakları ağır işiten babannesinin evinin bodrumunda yaparmış. Ninecik Guinness’e göre dünyanın en gürültücü grubu seçilen bu adamların bangırdamasını huşu içinde dinler, 1930larda çok popular olmuş, bir  Peter deRose bestesi Deep Purple’ı “evladım ne zaman çalacaksınız” diye sorar dururmuş . Sonunda Ritchie de ottan boktan isim bulma furyasına kapılarak grubun adını Deep Purple olarak değiştirmiş.

Piyasada fırtına gibi esen bir grup. Son derece üretkenler. 68’de peşpeşe ilk iki albümleri geliyor: Shades of Deep Purple ve The Book of Taliesyn. Lord' un klasik geçmişinin etkili olduğu, Bach ve Rimsky-Korsakov esintili Deep Purple albümü 1969’da çıkar.

 Daha Ian Gillan Ve Roger Glover ortada yoklar. Nick ve Rod’a yol verilince, adam arayışına giren Gruba, bizim Ritchie’nin kankası ve Episode Six adlı grubun davulcusu Mick Underwood,  Ian ve Roger’ı tavsiye ederek kendi grubunun ipini elleriyle çekmiş olur. Bu olaydan sonra yaşadığı vicdan azabını uzun yıllar üzerinden atamaz. Gillan, vefa borcunu Mick’i Deep Purple sonrası kuracağı grubuna alarak öder.

1970’e geldiğimizde grup seksen günde devr-i aleme çıkmış dünyayı fır dönmektedir. Bu yılın ilk yarısında In Rock gelir. 

Hiç bir zaman “out” olmayan “Child in Time”da gürül gürül gürleyen, sinir bozacak kadar güzel bir sese sahip Ian Gillan, birbirleriyle atışan aşıklar gibi karşılıklı döktüren Blackmore ve  Lord, ritmik jimlastik çalışan Glover ve Paice öyle bir tarz yaratırlar ki, bu “enstrümanlar versus vocal”, “enstrüman versus enstrüman” atışması alâmet-i farikaları olur. Fireball’u çıkardıkları 1971’de, bir sonraki albümde yer alacak şarkıları söylemeye başlamışlardır bile.


Fireball’dan hemen sonra gelen Machine Head, “Smoke On The Water”, “Highway Star”, ve “Space Truckin” gibi efsane şarkıları içerir.

 1971 yılında Rolling Stones’un mobil kayıt stüdyosunda kayıt yapacak olan Grup, Montreux’de Geneva Gölü yakınlarındaki Montreux Gazinosu'na gelir. Stüdyo, gazinonun bulunduğu alandadır. Gel gör ki, kayıttan bir gece öncesinde aynı gazinoda Frank Zappa ve şürekasının verdiği konser sırasında hıyarın biri işaret fişeğini ateşleyince mekan yanıp kül olur. El elde baş başta ne yapacağız diye düşünürlerken, şeytan azapta gerek, “Smoke on the Water” efsanesi ortaya çıkar.

"We all came out to montreux/On the lake geneva shoreline/To make records with a mobile/We didnt have much time/Frank Zappa and the mothers/Were at the best place around/But some stupid with a flare gun/Burned the place to the ground/Smoke on the water, fire in the sky."


Çıkan her albüm listeleri alt üst eder. En dişli rakibi ise, kendileriyle aynı yıl doğumlu, Rolling Stone tarafından “tüm zamanların en ağır”, VH1 tarafından “Hard Rock’un 1 (yazı ile bir) Numaralı”  grubu olarak adlandırılan, heavy metal müziğin kurucu babaları, adıylaaaaaa sanıylaaaaaaaa Leeeeeeeeeeeeed Zeppeliiiiiiiiiiiiiiiin. 

İki birbirinden sıkı grup er meydanına çıkınca, kapışmaları da dikkat çeker. Rivayet odur ki, bir gün muhabirler Jimmy Page ve Robert Plant’ı gece klübünden çıkarken yakalayıp kışkırtırlar. “Deep Purple Fireball’dan çok kısa zaman sonra Machine Head’i çıkardı. Albümleri bomba gibi düşüyor. Deep Purple hakkında ne düşünüyorsunuz?” Bu soru üzerine Led Zeppelin'in cevabı ağır olur : "Who do they think they are?”.
1973’de Deep Purple’ın yanıtı APS ile yeni bir albüm olarak gelir. Albümün ismi, tabii ki de Who do we think we are?
 


Albümün ardından grup gümbürtülü bir Japonya turnesine çıkarlar ve “Made in Japan” doğar. Ne yazık ki Blackmore ile Gillan arasındaki gerginlik artar, kara bulutlar ortalığı kaplar. Gillan Grubu terk eder. Glover da O’nunla birlikte aynı postaya verilir. Yerlerini David Coverdale ve Glenn Hughes alır. Ve tam da ortalık kasıp kavrulurken duruma uygun iki album gelir 1974’de: Burn ve Stormbringer. Yürek çatlatan “Soldier Of Fortune”u ekşi’ye ilk üye olduğumda nick olarak almıştım ama çaylaklığım yazarlıkla sonuçlanamadığı için güzelim nick de heba olup gittiydi.

1975’e geldiğimizde, Blackmore periyodik huysuzluk sancılarından birinde, gitarının fişini çekerek grubu terk eder. Yeri doldurulamaz adamın gitmesiyle birlikte Lord ve Paice gurubu dağıtma kararı alırlar. Grup içindeki kargaşa dayanılmaz bir hal alır. 1976 yılında çıktıkları İngiltere turu sırasında ,Liverpool’da, David Coverdale gözyaşları içinde istifasını verirken, aslında ortada bırakıp gidecek bir grup bile kalmamıştır. Deep Purple’ın dağıldığına ilişkin resmi açıklama aynı yıl gelir.

1984 yılında kadar dağınık kalırlar. 1984’de Gillan, Blackmore, Paice, Glover ve Lord, Perfect Strangers ile tekrar bir araya gelirler. Barış 1989’da yeniden bozulur. Gillan ve Blackmore’un müzikal anlaşmazlıkları suları bulandırır. Gillan ayrılır ve yerine 2008 yılında ODTÜ’de izleme şansını bulduğum Joe Lynn Turner gelir. Birlikte Slaves & Masters’ı yaparlar. Bundan sonra artık ayarları kayar abilerin. 25.  yıllarını kutlarlarken Turner’a yol görünür, Gillan geri gelir. Lakin savaş baltaları hiç gömülmemiştir ve bu kez Blackmore geri dönmemek üzere grubu terk eder.

O gün bugündür sahnedeler ve dünyayı dolaşıyorlar. Dünya döndükçe ve ömürleri yettikçe turlamaya da devam edecek gibiler.