26 Mayıs 2010 Çarşamba

For Those About The Rock We Salute You


Sonisphere Festivali'ne 30 gün kaldı. Katılacak grupların albümlerini dinleyerek ısınmaya başladık. Biletler hazır, tişörtler hazır ama daha cumartesi çıkacak as grup belirlenmedi. Manowar'ı geçecek kim olabilir ki diye ağzımız sulanarak beklerken Yıldız Tilbe'yi bulmayız umarım karşımızda. Geçen gün "Modern Sabahlar" kombine bilet dağıtıyordu. Şansımı denedim. Kazanırsam bir arkadaşıma verir, yıllar boyunca kendime kul köle yaparım diye düşünüyordum ama olmadı. Halen TBC olarak adı geçen grubun hangisi olmasını istersiniz diye soruyorlardı. Eğer o bileti Manga diyen kazandıysa..... 

Festivale, kanguruları, krokodil dandisi ile tanıdığımız, kendine kendine yardım kitapları ile destekli new age yaşam felsefesinin ilk olarak sırtlarından pazarlandığı (yürekli mürekli bir “sevgi” kitabı vardı milletin elinden düşmeyen. Bir aralar yok satıyordu) aborjinleri ile farkına vardığımız, biraları ile sevdiğimiz, rock grupları ile saydığımız (kaptırdım gidiyorum) Avustralya’nın medarı iftiharı, hem İskoç hem Aussie, Young biraderlerden kurulma AC/DC'nin geliyor olmasını çok isterdim. 

George, Angus ve Malcolm Young Kardeşler aslen İskoç olmakla beraber babalarının doğu görevi dolayısıyla Sydney’e taşınırlar. Abi George zamanında bizdeki Beyaz Kelebekler gibi ortalığı kırıp geçiren bir grupta pop müzik neşrederken, Angus ve Malcolm-in the middle- başka bir grupta takılırlar. 1973’de kendi bandımızın efendisi olalım diyerek AC/DC’yi kurarlar. Grubun adı ne olsun diye evin içinde turalarlarken, aile bütçesine katkı için evde çeyizlik yapıp mağazalara satan ablalarının piko makinasının üzerindeki AC/DC harflerine gözleri takılır ve bu olsun derler. Sonra pişman oldular mı diye merak etmişimdir. Sanki bugünden yarına gelip geçecek bir şeymiş gibi insan e-mail hesabı açarken, birtakım sözlüklere üye olurken, müzik grubu kurarken neden şöyle bir durup düşünmez de hemen önündeki içki şişesinden, gazetede gözüne çarpan ilk başlıktan, don markasından, ne kadar bok püsür şey varsa ondan esinlenir; hadi esinlense yine iyi, aynen alır kullanır.

İlk başlarda gruba giren çıkanın haddi hesabı yok. Habire davulcu basçı deniyorlar. Bu arada Angus, kılıktan kılığa girerek kendini bulmaya çalışırken, abla devreye bir kez daha giriyor ve Angus’un alamet-i farikası olacak olan okul üniformasını öneriyor. Angus’un tek alamet-i farikası bu değil tabii ki. Büvelek sineği sokmuş dana gibi sahnede kendini oradan oraya vurması, sağ ayağı üzerinde sek sek sekerekten solo atması, sol ayağı ile beşik sallaması izlemeye doyamadığınız sahneler oluşturuyor. Ege'ye bunu söyleyince yaşlandı artık, koluna girip kaldırıyorlarmış dedi. Ben biliyorum o bileti Manga diyen adama verdiler!

Agnus’un tarzı Guns N' Roses, Slayer, Metallica ve Def Leppard gibi bir çok grubu etkilemiştir. BBC’nin 2007 çıkışlı nefis “Seven Ages of Rock” belgeselinde kendilerine yer verilmemiş olsa da, heavy metalin öncülerinden biri olan AC/DC 2008 yılı itibariyle 200 milyonun üzerinde albüm satışı yapmış. “Back in Black” 45 milyon satarak (taneyle dolarla değil) bir grubun bugüne kadar sattığı en yüksek albüm satışına ulaşmıştır. Tüm albümler içinde ise Michael Jackson’un “Thriller”ından sonra ikinci geliyor.

26 Haziran'da İspanya'da olacaklar. Günler artık uzadı. Uçakla ordan burası nedir ki yani. Hatta önce buraya gelin, sonra Seville'e gidin. İspanyollar zaten yemekten ancak 11'de kalkıyorlar.

21 Mayıs 2010 Cuma

Paris Günlüğü: Nihayet İkinci Gün


Latin Quarter ikinci gün rotamız. Bölge adını entellektüel geçmişinden alıyor. Seine Nehri, Paris'i iki yakaya ayırıyor. Bataklık olan sağ yaka kurutularak tarıma uygun hale getirilmiş ve yerleşim buraya kaymış. Zaman içinde ticaret merkezi olarak gelişmiş. Nehrin aşağısı yani sol yakası ise Ortaçağ'dan günümüze akademisyenlerden, edebiyatçılara, sanatçılardan, düşünürlere entellektüellerin kümelendiği, Sorbonne dahil 30'a yakın fakültenin bulunduğu bir aydınlanma merkezi olarak gelişmiş. Atalarımız at üstünde Trakya kapılarına dayandıklarında, adamlar Sorbonne'u kurmuşlar.

 İyi de yapmışlar. Sabah ayazında Pantheon'un çevresinde turalarken kahve ve ihtiyaç molası vermek için iyi bir mekan. Kargaların bile kahvaltısını yapmadığı bir saatte yollara düştüğümüzden, rüzgar kırbaç gibi suratımızda şaklıyor. Sığınmak için okulu kestiriyoruz gözümüze. Öğrenci kimliği olmadan girebilecekmiyiz endişesi ile yanaşıyoruz. O da ne? Kapı ardına kadar açık. Ne polis var ne de kimlik soran suratsız güvenlik. Yine de çekine çekine küçük taş avlusuna sızıyoruz. Ortaçağdan beri pek bir değişikliğe uğramamış görünüyor. Avluda öğrenciler sigara tüttürüyorlar. Ben hâlâ güvenlik olacağı düşüncesiyle tereddüt ederken, babam kapıdan içeri dalıveriyor. Ohhh sıcacık. Dar ve hafif loş koridorlar. Bir yerlerden yemek kokusu geliyor. Kokuyu takip ederek kafeteryayı buluyoruz. Üst üste kaaveleri yuvarlıyoruz. o sırada öğrenciler gelmeye başlıyor. Babam duvardaki ders çizelgelerini incelemekte. Bir yandan da bana soruyor ama tam çıkaramıyorum. Sor diye tutturuyor. Yanımıza yaklaşan bir öğrenciyi tutsak alıyorum. Babam soruyor çocuk İngilizce'ye çeviriyor. Bu Fransızlara hakkatten bir şeyler olmuş. Çocuk hiç sıkılmadan çizelgedeki derslerin adlarını tercüme etti. Babam sıcak yeri buldu ayrılmak istemiyor. Bir derse girelim dedi. "Baba ya deli misin, anlamayız etmeyiz, ne işimiz var derste". İçeride bir kaç öğrencinin çalıştığı bir sınıf bulup babamı sokuyorum. Bu kez de diğer katları görmek istiyor. Nihayet sürükleyerek babamı dışarı çıkarıyorum ama aklı orada kaldı biliyorum.

Nasıl kalmasın ki, önceleri yoksul öğrenciler için ilahiyat fakültesi olarak kurulan bu üniversiteler mahallesinden Abelard ve Heloise'den, Aquinalı Thomas'a, Ernest Hemingway'den  Ezra Pound'a kadar kimler gelmiş kimler geçmiş. Haliyle bölgede adını, o yıllarda eğitim dili olan Latince'den almış. Öğrenci mekanı olduğu için bölge harika kitapçılar ve ucuza karın doyurabileceğiniz brasserilerle dolu. Ucuz dediysek bol kepçe değil.  

Saint Michel Bulvarı'na çıkıyoruz. Picasso, Jack Kerouac, Allen Ginsberg'ın dolaştığı caddede yürüyoruz. Paris'in havaalanı genişliğindeki tüm caddeleri gibi Saint Micheal de asfalt osman (Baron Hausmann) tarafından yapılmış. abartmıyorum, cadde tamtamına 1380 m uzunluğunda, 30 m genişiliğinde.Fransızlar kısaca "Boul'Mich" diyorlar. E tabii bu caddeye yer açabilmek için de bir dolu sevimli sokakçıklar ve pasajlar yerle bir edilmiş. Sorbonne haricinde, Hotel de Cluny yani Ortaçağ Müzesi de burada bulunuyor. Niyetimiz Saint Michel'in kankisi Saint Germain'e uğrayıp, Jean Paul Sartre ve Albert Camus'dan hellâllik almak.Rimbaud ve Verlaine'nın hayaletiyle bir café creme içmek.

Yolda şöyle görkemli bir çeşmeye rast geldik: Saint Michel Çeşmesi. Eskiden Paris'li kızlar bu çeşmenin başında sevgililerini bekler, sevgilisi olmayanlar da güğümlerini birbirine vurarak boştayız mesajı verirlermiş. Ben de önüne geçip durdum ama pek gelen giden olmadı. Çeşmeden umudu kesip Saint Germain Bulvarı'na kırdık dümeni. Jardin du Luxembourg öncesi biraz kayıntı bulup, kahve içmek istiyoruz. 17. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar nehrin sol yakasındaki aristokrat, soylu aileler şatomsu evlerinde yaşarlarken, Honoré de Balzac ve Marcel Proust'ın romanlarında anlattığı yükselen burjuvazi ise sağ yakadaki Boulevard Saint-Honoré ve Champs-Élysées'yi tercih ediyor.

Amerika'daki içki yasağının edebiyatın yaratıcı damarlarını kestiği 1930larla birlikte cadde kasıntı havasından sıyrılmış. Buzlu suyla ilham perilerini yakalayamayan yazarlar, ressamlar Paris'e akın edip, fransız meslekdaşları ile birlikte bölgeye canlılık getirmişler. Saint Germain, bu caddedeki cafelere takılan Jean Paul Sartre ve Simone de Beauvoir gibi yazarlar nedeniyle varoluşçu akımın da merkezi olarak kabul ediliyor. İkinci Dünya savaşı sonrasında elini sallasan bir filozofa, müzisyene ya da yazara çarpıyor. Günümüzde ise bu canlılığa Armani'den Rykiel'e lüks mağazalar da renk katıyor.

O dönemden günümüze halen işletilmeye devam eden cafeler içinde en ünlüleri Les Deux Magots ve Café de Flore. Babam her gittiğimiz yerde kahve içmekten hoşnut değil, çay istiyor. Lakin bu memlekette doğru düzgün demleme çaya henüz rastlamadık. Karnımızı doyurmak için Café de Flore'da karar kılıyoruz.

Sartre'ın siparişlerini aldığını düşündürtecek kadar kır saçlı, sert görünümlü bir garson geliyor masamıza.Kahvemizi ve peynir ekmeğimizi ısmarlayıp caddeden geçenleri temaşa etmeye başlıyoruz. Babam temaşa halinden uyku haline geçiyor. Yüzümüze vuran güneş içimizi ısıttıkça bizim de içimiz geçiyor. Böyle saçlarım kabartılmış, kalın bir bantla bağlanmış, ayağımda fiyonklu babetler, topuklar iğne gibi sivri, etek desen dizüstü, kolda ufak bir çanta sallanıyor. Belgin Doruk Paris'te. Kırıta kırıta yürüyorum. Az sonra Jean Gabin ile buluşacağız. Öksürük sesiyle uyandım. Ak saçlı garson tepemde, yolcu yolunda gerek diyor bakışları. Hesabı ödeyip kalkıyoruz.

13 Mayıs 2010 Perşembe

Yolların Ustasıyım Gözlerinin Hastasıyım


Çocukken okula toplu taşıma araçları ile gitmem yasaktı. O vakitler daha servisler yaygın değil. Şirketler değil şahıslar yapardı servisciliği. Benim servisin şoförü de mahallenin kuru temizlemecisiydi. Beyaz bir Toros'un içine doluşup giderdik. Ama gözümüz hep otobüslerin ve dolmuşların sihirli dünyasındaydı. Otobüse binmek büyümenin ispatıydı gözümüzde. Beşinci sınıftayken isyan bayrağını çekip, servisi "babam almaya gelecek" diyerek atlattım ve ilk kez bir kırmızı ikarusa bindim. Akşam serviste beni göremeyen annem çıldırdığı için eve gelince bir güzel zopa yedim ama olsundu her fiskesine değmişti. Sonra baktılar benim gözüm göz değil, babam, aynı apartmanda oturduğumuz bir sınıf arkadaşımla birlikte gidip gelmemiz koşulu ile kokulu, kalabalık ama eğlenceli dünyaya adım atmama izin verdi. Otobüsün en arkasındaki uzun koltuğun ardında, camla koltuk arasında bir yükselti olurdu. Koltuğa değil, bu yükseltinin üzerine çıkıp oturmaya bayılırdık.

Derken Ankara'ya Macaristan'dan ithal körüklü otobüsler geldi. Binenler ballandırarak anlatıyor; "körüğün olduğu yerde dairesel bir alan var, otobüs dönerken savruluyorsun". Meraktan öleceğim nasıl bir şey körüklü otobüs. Okul ile ters alâka bir hatta çalışıyor. Numunelik koymuşlar. Rengi yeşil, upuzun bir şey, içi parıl parıl parlıyor yenilikten. Neyse fazla sürmedi bekleyiş, bir haftasonu babamla bindik. Sonraları yaygınlaştı, bizim semtin otobüsleri arasında yeşillerin rengi arttı. Biner binmez körüğün olduğu yuvarlak alana ilerlerdik. Her araba sollayışta, her kavşak dönüşte hoooooop savrulurduk ters tarafa. Liseye başladığımda chevrolet dolmuşlar yerini minibüslere bıraktı ve dolmuş kullanmaya başladık. Otobüs fiziksel temas, dolmuş insani temas odaklıdır. Dolmuşta şoförün ruhsal bunalımlarına, neşesine yakinen şahit olursun. Müzik zevkin bambaşka denizlere yelken açar. Dolmuşta Kaptan'ın dediği olur. Müsait yere o karar verir, dinlenecek müziği o seçer, "sen son durakta iniyorsun, geç arkaya" diyerek oturacağın yeri de o gösterir.

Uzun süredir dolmuş otobüs kullanmıyorum. Evim şehre uzak olduğu için arabayla gidip gelir oldum. Bu da yol eğlencelerinden mahrum ediyor beni. Geçenlerde, gideceğim yerede park sorunu olduğu için arabayı almadım ve dolmuşa bindim. Aman Allahım o nasıl bir yolculuktu. Dolmuştan inesim gelmedi. Büyülenmiş gibi kalakaldım.

Orta boylu, siyah saçları alabros. Saçlar öyle bir taranmış ki, arkadan, ikiye ayrılmış da karılırken içiçe geçmiş iskambil destesi gibi duruyor. Her iki bilekte birer parıldayan gümüşten bileklik. Sağ el parmağında yine gümüş yüzük. En almanından pırıl pırıl parlıyor.

Yokus aşağı giderken kendinden geçiyor. Baş parmak ve işaret parmağı geriye doğru uzanarak vites kolunun başını kavrıyor sonra sanki manitasının yanağından makas alır gibi afili bir tarzda el bilekten kıvrılarak bir falso veriliyor. Allaalllaaah nidasını patlatmamak icin zor tutuyorum kendimi. Hele yolcu indirmek için, o otomatik kapı düğmesine yine aynı manitanin poposuna çimdik atar gibi, aynı falsolu bilek hareketiyle bir basışı var. Aman Allah Yarabbiiiim. Kapıyı kapamak icin yaptığı bir baska artistik hareket ruhumu teslim etmeme neden oluyor. Sanırsın az önce kabasına çimdik yiyen kız, el hareketlerinden kaçmak istiyormuşcasına koketleşerek adamın diğer tarafına dolanmış da, bizim hızlı çapkın bir çimdik de bel kırarak uzaklaşan kızın sol kalçasına savurmuş. Öyle bir keyif hali var yüzünde.

Araba yavas yavas hızlanırken, vites kolunu yana çekerken (bu dolmus vitesinde 2 mi 4 mü ne oluyorsa) avucunun kenarıyla şöyle masa üstü kırıntılarını toplar gibi o vites topuzunu hızlıca sıvazlayıp, parlatma hareketi çektikten sonra, el bilekten attırılarak direksiyonun üstüne yerleştiriliyor. Mubarek gerdan kırar gibi bilek kırıyor.

Araba hız kazandığında hafiften kıçını kaldırıp koltuğa yeniden yerleşişine, sağ aynaya bir yengeç bakışı, orta aynaya bir klark cekisi var. Görmeyen ölsün. Zaten "Bütün Konutkent kurbaaaaaaaan olsun sana" diye inliyor dolmuş.

Yalnız yokuş çıkarken vitese çekilen el ense hareketleri sadeleşiyor. Yolcu indirirken öyle bir boşa alışı var ki vitesi kahrından ölürsün. Batsın bu dünya edasıyla avuç içinin bileğe yakın kısmıyla kaktırılıyor vites topuzuna.
Ben bıçkın şoförümüzün kombine hareketleriyle hipnotize olmuş vaziyette nerde olduğumuzu unutmuş gidiyoruz sanırken, kaptan, kolunu koltuğunun arkalığına geçirip arkasını yarım dönmüş bana bakarken kendime geldim. Yana kayan bir gülümseme ile "Deniz tükendi abla" dedi.

12 Mayıs 2010 Çarşamba

MARADONA MON AMOUR


Kardan hiç hazzetmesem de çocukken TRT'de yayınlanan kış olimpiyatlarını hiç kaçırmazdım. Artistik patinaj bir yana, kendilerini iç bükey bir pistin en tepesinden koy verip uçarak yere kondukları kayakla uzun uçmadan tutun da, tabutumsu kızaklarda buzdan oyulmuş kanalların içinde kıvrıla kıvrıla son sürat kaydıkları buzda tornet yarışmalarını keyifle izlerdim. Spora izleyici olarak istidadım parmak ısırtacak düzeydeydi doğrusu. Büyüyüp, aklım başıma denk gelince kasklı, polarla kundaklanmış adamlardan ziyade, kısa şortlar giymiş, beyaz tişörtlü erkekler ilgi alanıma girdi ve İvan Lendl/ Goran İvaniseviç sayesinde tenise gönlümü kaptırdım. ama her zaman tek aşkım futbol oldu.

Kitlelerin afyonudur futbol. Hangi sınıftan gelirseniz, ister asilzade, ister aristokrat, ister işçi, birbirine benzemez insanları, hatta birbirinin dilinden anlamaz insanları bir araya getirir. Mesela İtalya'da sonradan başbakan da olan mafya babaları, demir kaçakçılığından zengin olmuş aile çocukları klüp başkanı olmuşlardır. Bu sporun içinde keserini palasını beline dolayıp gelen kurtlar, tribünlerde tekbir getiren hırtolar, fenerbaaze diyen yöneticiler de olsa, tüm bu insanlara ve daha fazlasına kollektif sevinçler ve hüzünler yaşatan futboldur. Kriket olacak değil ya.

1982 yazında dayım ve dedem İzmir'den Ankara'ya bizi ziyarete geldiler ve ben fitbolla tanıştım. Anaerkil aile geleneğini izleyerek Gassaraylı idim ama ben Fatih Terim'i yazları kara donuyla damda gezen komşunun oğlu olarak tanıyordum. Dayım bir futbol sevdalısı idi. Maçları izlerken yaptığı espriler, heyecanlı çıkışları, yorumları futbolla uzaktan yakından ilgisi olmayanları bile ekrana baktırırdı. O yaz Dünya Kupası maçları oynanıyordu. Ama ne kupaydı!

Tüm maçlarını izlediğim dünya kupalarından ilki 82, ikincisi de 86 Dünya Kupasıdır. Bu iki kupa maçlarında yaşadığım heyecanı, bir de 2000 UEFA Kupası maçlarını izlerken yaşamıştım. Time Square'de mukim ESPN'i kapatıp adamlara dükkandaki tüm ekranlardan kupa maçlarını verdirdik. Biz istedik diye yapmadılar tabii. Taş çatlasa 40 kişinin sığacağı salona 150 aç ve çılgın Türk dolunca, adamlar paranın kokusunu aldılar ve Amerikanya tarihinde ilk defa iri kıyım adamların tepiştiği Amerikan futbolu yerine skorsuz bitme ihtimali de olan "soccer" izledi.

Konumuza geri dönecek olursak. Hiç bir takımı bilmediğim için, her maçta tuttuğum takım değişirdi. Zaten benim bir yıldız takımım değil, yıldızlardan kurulu bir hayal takımım vardı.   


Dino Zoff, Paolo Rossi, GentileArdiles, Kempes (ah o saçlar), Socrates (adam gerçekten sokrates'in gençliğine benziyordu o sakalla), Zico, Karl Heinz Rummenige (ilk aşkım), Lieneker (bu da aşkım), Littbarski (bu da) ve sadece futboldaki dehasına değil, zekasına ve kişiliğine, hayata posta koyuşuna hayran olduğum Diego Armando Maradona.


Bu yazının konusu bu adamdır amma velakin 82 Dünya Kupası için de bir kaç söz etmeden geçmek istemiyorum. O yıl ilk defa Afrika ve Asya kıtasından takımlar da katılmıştı. böyle müsabakalarda, hiç bir uluslararası turnuvada oynamamış, bırak turnuvaları gelişmiş dünyanın .ikinde olmayan ülkelerin vatandaşları arasında duygusal bir bağ kurulur. Haritada belki yerini gösteremediğin bu kavruk ülkelerin sporcularına, takımlarına, yarışmacılarına sempati duyarsın. Benim 1982 sempati kraliçem Kamerun idi. Gariplerim, 2.tura çıkacakken bir gollerinin “off-side” gerekçesi ile iptal edilmesi neticesinde İtalyanlara kaptırmışlardı turu. “Off-side” olmadığı "replay"lerde gün gibi görünüyordu ama İ. Hakem kararını vermişti bir kere. Ailecek bu duruma kahrolduk. Dayım kalktı bir ufak açtı. İçki nedir bilmezdim şimdi bir ayyaş oldum şarkısını söyledik birlikte. Külliyen yalan. Küçük zaten her akşamın ritüeliydi.
 
Hatırladığım kadarıyla Paolo Rossi ve milli takımdaki bazı oyuncuların adı lig maçlarında şike yaptıkları gerekçesi ile karalanmıştı ve ceza almışlardı. Bu iki olay çakışınca şeytan insanların aklına olur olmaz düşünceleri soktu tabii. Turnuvanın ikinci skandalı Batı Almanya ile Avusturya arasında oynanan maçta yaşanmıştı. Ama burada germenler eşeğin şeyine hepten suyu kaçırmışlardı yani. Almanya lehine çok gollü bir galibiyet, aynı gruptaki Cezayir'e ikinci takım olarak tur atlatacaktı. Almanya ilk golden sonra Avusturyalı oyuncularla birlikte pikniğe çıktı ve turu iki germen takım geçti. Cezayir'in itirazları sonuç vermedi ama bir sonraki turnuvada FİFA kural değiştirerek son iki maçın eş zamanlı oynanmasına karar verdi. Bu durum ne ev sahibi İspanyol, ne mazlum Cezayirli ne de rezil bir galibiyet almış alman seyircisini memnun etti. Sonuçta kupa Almanlara da yar olmadı. İtalya kucakladı aldı.

82 Kupasında herkesin merakla beklediği Maradona yediği tekmelerle başını çimlerden kaldıramadığı için varlık gösterememişti ama 86'nın yıldızı olmuştu.

1960 yılında sekiz kardeşin beşincisi olarak, Buones Aires’in dışındaki varoşlardan Fiorito’da doğdu. Dokuz yaşına kadar yaşadığı şehir görmedi bile. Futbola minikler ligi olarak tanımlanabilecek  “Los Cebollitas”da 9 yaşında başladı. 15 yaşında profesyonel oldu. 16 yaşına geldiğinde Arjantin milli liginde oynuyordu. 78 Dünya Kupası için kendisini takıma almaması yüzünden, aynı zamanda akıl hocası ve büyüğü olan teknik direktör Menotti’yi hiç bir zaman affetmeyeceğini söylemiştir. 1982 Dünya Kupası’nda 2 gol kaydetti. Gentile’nin aman vermez baskısı tepesinin tasını attırınca oyun dışı kaldı. 1986 Dünya Kupası’nda dönüşü muhteşem oldu. Ben bu adamı izleyerek büyüdüm. Ne mutlu bana ve benim tertibime ki biz bu adamın ne büyük bir futbolcu olduğunu kendi gözlerimizle gördük.

İngiltere’ye Shilton’ın bacak arasından eliyle attığı gol için maçın ardından istifini bozmadan, “bir el vardıysa, o tanrının elidir” diyerek İngilizleri iyice çileden çıkarmış ve İngiltere ile Arjantin arasında Falkland Savaşı’nı başlatmıştır.

Kısa boyuyla tezat oluşturan kocaman kafası, o kafadan kara çalılar gibi fışkıran dağınık saçları, deli fişek bakan kara gözleri, bir halterci gibi tombul baldırlı güdük bacakları, geniş iman tahtası, tükenmez enerjisi, zekası, dehası, isyankârlığı ve hırçınlığı ile bir futbol anıtıdır Maradona.

Futbolun endüstrileşmeye başladığı sinyalini verdiği yıllarda, bu endüstrinin bir “işçisi” olmayı reddetmiş, sanatını icra ettiği alanın dışında özgür olmak istemiş, bu nedenle dayatılan ağır çalışma koşullarına, cezalara, tazminatlara kafa tutmuş, bir futbolcunun apolitik olmaması gerektiğini politik tavırlarıyla göstermiş, kadınlara ve alkole düşkünlüğünü ilan edecek, İngiltere’ye “tanrının eliyle” attığı o golü, fotoğraflarla belgelenmeden önce itiraf edecek kadar da dürüst bir adam. Yaşayan son futbol kahramanı.

2002 dünya kupasında, kokain kullandığı gerekçesiyle kendisine vize vermeyen Japonya’ya “evet kokain kullandım ama hiç değilse Amerikalılar gibi binlerce masum insanı öldürmedim” diyerek ayar vermişliği de vardır.



Futbolun güzelliği, her şeyden önce oyuncusundan taraftarına bu oyuna duydukları saygıdan ve aşktan kaynaklanır. Kara paranın aklandığı, parasal gücün siyaset üzerinde kullanıldığı bir endüstri haline gelerek ruhunu kaybetmiş, insanların üzerinden düşmanlıklarını birbirlerine kustukları kirli bir arenaya maradona pele elele gönül gönüledönüşmüştür.
Tanrıdan dekadana, şeytandan kurbana, azizden uyuşturucu bağımlısına bir dolu sıfatı olan bu adam için herkesin mutabık kalacağı bir tek gerçek vardır. Maradona'nın sadece yeteneği değil, onun futbol aşkı ve bu mesleğe duyduğu saygı onu gelmiş geçmiş en büyük futbolcu yapmıştır. Öyle ki, FİFA tüm zamanların en iyi futbolcusu için iki ödül vermiştir. Resmi ödül Pele'ye giderken, "Halkın Seçimi" ödülü Maradona'nın olmuştur.

Hatırlıyorum, 1994 yılındaki Dünya Kupasında maçtan atıldığında Bangladeş'te yüzlerce insan toplu intihara kalkışmıştı. Aklından ve yüreğinden geçenleri söylemekten hiç bir zaman çekinmemiş varoşlardan gelen asi ruh, ödün vermektense ölmeyi yeğ tutan küçük dev adam sonunda yıllara yenik düştü. Manda gönünden dövülmüş yüreği tekledi. Taraftarlar, spor adamları, muhabirleriyıllarca ona "tanrı", "yıldız", "kurtarıcı" dediler. 2004 yılında yüksek tansiyon yüzünden fenalaşıp hastaneye kaldırılınca, onun da aynı zamanda sadece bir insan olduğunu hatırladılar.




11 Mayıs 2010 Salı

Orji Morji


Böyle sapıkça bir şarkı olur mu? haydi oldu, çocuklara öğretilir mi yahu? Adam kesen, deri yüzen, kafa uçuran cinsten cinayetler işleyen katillerin neden anglosakson lar arasında yaygın olduğuna şaşmamak lazım. Karındeşen Jack'i kim suçlayabilir. Belli ki adamın çocukluğu bu tekerlemeler yüzünden travmatik geçmiş.

Orjina adıyla "Georgie Porgie", l. James’in maiyeti ilk Buckingham Dükü George Villiers’dır. İncil’de geçen melek yüzlü Stephen’dan esinlenerek James kendisine “steenie”lakabını takmıştır. Sadece lakap takmakla kalmamıştır bittabi. Villiers aynı zamanda kralın maşukasıdır. yakışıklı georgy porgy kadınların da ilgisini çekmekte, biraz ondan biraz bundan derken hem halkın hem de parlamentonun tepkisiyle karşılaşmaktadır.

Villiers’ın en hayasız ilişkisi hiç kuşkusuz fransa kraliçesi ve XIII. Louis’nin zevceleri Anne of Austria ile olmuş her ikisini de dillere düşürmüştür. Kralın üzerinden büyük etkisi olan, kendisine bahşedilen sınırsız özgürlükleri kullanan ve politik dalaveralar çeviren bu “en çok nefret edilen adam” sonunda parlamentonun sabrını taşırır ve krala dur ihtarı verilir. george villiers ile anne of austria arasındaki romantik ilişki Alexander Dumas’nın "üç şilahşörler" romanında işlenmiştir.

Aldous Huxley'nin "Brave New World" (Cesur Yeni Dünya) kitabının beşinci bölümünde de tekerlemeye çok şahane bir gönderme yapılır. "orgy-porgy, ford and fun/Kiss the girls and make them one./boys at one with girls at peace;/orgy-porgy gives release." Aşağı yukarı şöyle diyor "orji morji,fordcu musun keyif pezevengi/ öp kızları bitir işi/oğlanlar işte, kızlar oynaşta/orji morji rahatlatır bünyeyi".

Benim gibi ayrıntı saplantınız varsa hoşunuza gidecek bir başka örnek de morgan freeman'ın filmi "kiss the girls". Film adını bu tekerlemeden alıyor.

Aslında bu ne bir toto klasiği ne de bir eric benet cover'ıdır; bildiğin anonim tekerlemedir.

"georgie porgie pudding and pie, (corci porgi, puding ve börek)
kissed the girls and made them cry (öptü kızları ve ağlattı bilerek)
when the boys came out to play, (dışarı çıktığında oynamak için oğlanlar )
georgie porgie ran away."(corci porgi durmaz kaçar)

Aç Kapıyı Bezirgân Başı


Dün geceden devam. Oldukça ilginç ve eğlendirici geldi bana bu tekerlemelerin cemaziyevveli. “Aç kapıyı bezirgânbaşı”nı oynamayanımız yoktur herhalde. Birbirinden habersiz, farklı karalar üzerinde çocuklar nasıl aynı oyunları oynuyorlar ilginç gerçekten. portakallar ve limonlar da ingiltere’de çocukların bezirgân başını oynarken söyledikleri bir tekerleme. İki çocuk karşılıklı olarak durup ele ele tutuşarak bir köprü oluştururlar. bir diğeri köprünün altından geçerken yakalanır ve diğer iki çocuk tarafından başının kesilmesi taklit edilir.

Tekerlemede geçen yerler (bells of st. clement's, bells of st. martin's, bells of old bailey, bells of shoreditch, bells of stepney, great bells of bow) londra’nın çeşitli kiliselerinin bulunduğu mahallerdir.

"Oranges and lemons" say the Bells of St. Clement's(aziz clement'in çanları der; portakallar ve limonlar)
"You owe me five farthings" say the Bells of St. Martin's(aziz martin der; beş çeyrek borçlusun bana)
"When will you pay me?" say the Bells of Old Bailey(old bailey sorar, ne zaman ödeyeceksin)
"When I grow rich" say the Bells of Shoreditch(shoreditch çanları cevaplar "zengin olunca)
"When will that be?" say the Bells of Stepney(Stepney'nin çanları sorar ne zaman)
"I do not know" say the Great Bells of Bow(bow'un çanları cevap verir bilmiyorum)
"Here comes a Candle to light you to Bed(işte geliyor yolunu aydınlatan kandil)
Here comes a Chopper to Chop off your Head(işte geliyor kelleni uçuracak cellat)
Chip chop chip chop - the Last Man's Dead."(çop çop çop, sonuncusu da oldu mefta)

tekerlemenin sonundaki sözlerin daha sonraki tarihlerde çocuklar tarafından eklendiği düşünülür. londra’da idamların halka açık olarak yapıldığı yer, bugün marble arch denilen tyburn gate idi. darağacı (tyburn-tree) düzeneği sonraları azılı suçluların ve borçluların yattığı bir hapishane olan newgate’e taşındı ("when will you pay me"?"). idamı haber vermek için, old bailey’nin çanları daha doğrusu st sepulchre’ün ince sesli çanı darağacının newgate’e taşınmasından önce kullanılırmış. newgate hapishanesi (bugün old bailey’nin bulunduğu yer) kendi çanını kendi çalar olmuş.

bu kadar açıklamadan sonra sanırım son dizelerin ne anlattığı iyice ortaya çıktı (son dizelere geliyoruz).
idamı bekleyen suçlular ya da kader kurbanları (portakallar ve limonlar) gece yarısı hücrelerinin önünden kandille geçen ve elindeki çanı çalan st. sepulchre’ün zangocu ile başlarına geleceği anlarlar (“here comes the candle to light you to bed”). zangoç çanı çalarken bir yanda da

“all you that in the condemned hole do lie,(düştün mapus damlarına yatarsın)
prepare you for tomorrow you shall die; (hazırlan bineceksin kayıkçının sandalına)
watch all and pray: the hour is drawing near (izle ve dua et, çok az kaldı yarına)
that you before the almighty must appear; (çıkacaksın tanrının huzuruna)
examine well yourselves in time repent, (tövbe et, titre ve kendini eyle seyir)
that you may not to eternal flames be sent. (ki yakmasın seni cehennemin alevleri cayır cayır)
and when st. sepulchre's bell in the morning tolls (sabah çaldığında aziz sepulcher'ın çanları)
the lord above have mercy on your soul.”(tanrı affetsin o sefih ruhları)

diye mırıldanırmış.

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Yağ Satarım Bal Satarım


Dün gece sancısı tutmuş kediler gibi dolandım durdum evin içinde. Hani bazen enerji patlaması yaşarsın da, o enerjiyi aktaracak yer bulamazsın. Ne yapsan kesmez. Birilerini arayıp sohbet etmek için de hayli geç bir vakit. Barış Uygur'un kitabını aldım elime. Gözlerim satırlarda akıp gidiyor ama kafama giren bir şey yok. Kapattım kitabı. Müziğe sardırıyım dedim. Whitesnake, İron Maiden. Enerji boşaltmak için uygun, lakin gecenin birinde kısık sesle metal dinlenmiyor; dinlerken de kıpırtısız oturulmuyor. Kalktım Dave Gilmour'un konser DVD'sini koydum. Hem fiziksel hem bilişsel olarak sakinleştiriyor insanı. Konser bitti. Bu kez de uykum kaçtı. Eee, geriye tek çare kalıyor internet. Nette ortaya karışık takılırken, kendimi İngiliz çocuk şarkılarını, tekerlemelerini winamp'te dinlerken buldum. Oda neymiş, bu da neymiş diye daldan dala konarken sabahı ettim. İşte gecenin özeti:

Konteslikle taçlandırılıp, konformist zümreye dahil olmadan önce, özel sektörün sefil bir neferi olarak mecburi hizmetimi, londra düzlüklerinde pazarcılık, garsonluk, çocuk bakıcılığı gibi bilimum işlerde saç baş yolarak, topuk kası ve varis geliştirerek eda ettim. dil üstünde dil kaydırarak dil öğrenme hevesim, envai boy ve yaştaki laftan anlamaz çocuklara dil dökerek kursağımda düğüm oldu. Sonraları bu düğümü iskendervari bir çözümle açtım ama konumuz düğüm değil, sefil bakıcılık günlerim sırasında öğrenmiş olduğum ingiliz kültürünün birbirinden psikopat çocuk tekerlemeleri.

Bir tekerleme bir öykü köşemizde ele alacağımız ilk pisi pisikopat çocuk tekerlemesi "pop goes the weasel". Bizim yağ satarım bal satarımla, sandalye kapmaca arasında bir oyun oynanırken söylüyor bunu çocuklar.

Orjini 17. yüzyıla dayanan bir tekerlemeden mülhemdir. 

"pop" ve "weasel" kelimeleri Londra'da mukim cockney argosundan gelmektedir. Cockneyler bir nevi Londra'nın roman takımı olurlar. Aynasızlardan nefret eden, birbirlerine bağlı ve yabancılara karşı şüpheci insanlardır. Durum böyle olunca da kendi aralarında kullandıkları anlayana aşkolsun bir dil geliştirmişlerdir. Buna kafiyeli şifreli argo da denebilir herhalde. mütemadiyen ikinci kelimeyi es geçtiklerinden dile yabancı birinin anlaması imkansızdır.

"pop", "pawn"(rehin) kelimesi yerine kullanılan argo bir sözcüktür. Weasel ise "weasel and stoat"dan gelir ve "coat" (palto-ceket) manasındadır. bir zamanlar yoksullar bile pazar günleri kiliseye giderken üstlerinde temiz bir şeyler olsun diye bir takım elbise bulundururlarmış. Zor durumda kaldıklarında da bu elbiseler pazar günleri teslim almak üzere pazartesi günü rehinciye verilirmiş. Yani: "pop goes the weasel". Nihayetinde anaokul çocuklarına öğretildiği için böyle bir hikaye üfürülmüş. Gerçi hangi bebe tutup da tekerlemenin anlamını soracak. kaçımız aç kapıyı bezirgan başı tekerlemesinin nerden geldiğini merak ettik. 

İşin aslı, ayyaş ingilizler "eagle pub"a uğrayıp beş on şişe bira yuvarlamadan önce ya da yuvarladıktan sonra rehinciye bıraktıkları paltolarının parası ile hesabı öderlermiş. Burada biraz daha açıklama yapabiliriz aslında. "up and down the city road, in and out the eagle -that’s the way the money goes - pop! goes the weasel"(voltala dur sokakta. bir içeri bir dışarı kartal barında, gönlüm hovarda, . semayeyi bıraktık rehin dükkanında). "The eagle" (kartal) kelimesi londra'nın kuzeyindeki varoş mahallesi Hackney'de, City Road ve Shepherdess Walk'ın köşesindeki "Eagle Tavern" adlı pub'dır.

Bu eski pub 1825 yılında Charles Dickens'ın da müdavimlerinden olduğu bir müzikhole dönüştürülmüştür. Müzikhol'ün 1883'de alkole de müziğe de hiç sıcak bakmayan salvation army'e satılması ise düpedüz ironiktir yani. müzikhol sonraları yıkılmış ve yerine şimdiki pub kondurulmuştur. Bunu da şurdan biliyorum. o köşedeki çamaşırhanede az çamaşır yıkamadım, çamaşır yıkarken kahırlanıp vatanım vatanım diyerek az bira içmedim.

Weasel'ın da aslında I. James'in takma adı olan Vaisselle olduğu, söylene söylene bozularak weasel şeklini aldığı rivayet olunur. Pirinç ve melas ise renklerinden dolayı olsa gerek patlayıcı yapımında kullanılan potasyum nitrat ve kömürün argo karşılığıdır. Pubdan rehinciden patlayıcılara geçtik ne alâkası var gibi görünebilir ama bir alâkası var. 


Tüm bu gizli saklı kelimeler Robert Catelby önderliğindeki ingiliz katoliklerinin I. James'e karşı giriştikleri başarısız suikast girişimini anlatmaktadır. plan, parlamentonun açılış tarihi olan 5 kasım tarihinde lordlar kamarasını havaya uçurmaktır. lakin kozmik odada yapılan araştırmalar sonrasında suikast planı öğrenilmiş ve suikatörler ele geçirilerek cezaları oracıkta infaz edilmiştir. Bu olaydan geriye bir tekerleme bir de her 5 kasımda londra'da havai fişeklerle kutlanan"bonfire night" olayı kalmıştır.

söz konusu tekerlemenin birkaç versiyonu olmakla birlikte en çok çığrılanı şöyledir:

"half a pound of tuppenny rice,  (bir dirhem pirinç)
half a pound of treacle.               (bir dirhem pekmez)
that’s the way the money goes,(ahanda paracıklar bitti)
pop! goes the weasel.                ( bizim palto da rehinciye gitti)
up and down the city road,         (voltala dur sokakta)
in and out the eagle,                  (bir içeri bir dışarı kartal barında)
that’s the way the money goes, (ahanda paracıklar bitti)
pop! goes the weasel."               (bizim palto da rehinciye gitti)

Sözün özü bir avuç pirinç, iki dirhem pekmez, iki pint da ale devirince hoop ceket gidiyor rehinciye. 

6 Mayıs 2010 Perşembe

The Bell-Çan

 İris Murdoch’ın 1958 yılında yayınlanan romanı "çan"ı, orjinal dilinde "the bell", Robinson Crusoe 389'un üst katında bitirmiştim.

Roman, Dora Greenfield’in gönülsüz de olsa, birtakım elyazmaları üstünde çalışan bıyıklı entel “macho macho man” kocası paul ile buluşmak üzere, yabancılar için küçük şirin nostaljik, yerlileri için bayıcı ve bunaltıcı, zamanın akmayıp durduğu ingiliz şehirlerinden birinde mukim, ihata duvarı bir anglikan manastırına dayalı İmber Court (imber köşkü diyelim biz)’a gelişiyle başlar.

Ruhban bir grubun yaşadığı köşk, geçmişi sübyancılıkla lekelenmiş, rahip olacakken kaderin taklasına gelmiş, eşcinsel michael meade’e aittir. Manastırın (ımber abbey) başrahibesi ile michael’ın birlikte kurup devam ettirdiği bir topluluktur bu ve yaşadıkları köşk de bir çeşit araf gibi manastır ile gerçek dünya arasındaki bir geçiş bölgesi; eli tefekkürde gözü oynaşta olanlar için tampon bölgedir. Ne öte dünyaya kendini hazır hisseden ne de bu dünyanın gerçekleriyle baş edebilen bu insanlar aracılığıyla yazar, ahlaki ve dini değerlerin insan doğasına uygunluğunu, uymadığı zaman uyumlaştırılması gerekip gerekmediğini sorgular.

Köşkte yaşayan herkesin (eşcinsel michael, bu konuda kimlik bunalımı mı yaşıyor diye şüphe ettiğim ve kendisinin de aynı eğilimi taşıdığını düşündüğüm nick, evli bir kadına aşık olan ve eşcinsellik konusunda kafası karışan toby, şehvet düşkünü koca Paul, kocayı aldatan kadın Dora, rahibe olmayı gönülsüzce kabullenen aşk ateşiyle yanan Catherine, kopan evlilik bağını uhrevi bir bağla düğümlemeye çalışan bay ve bayan Marks vs vs) kafası karışıktır, hayatı karışıktır (steril adam James Taper hariç).

Kitaba adını veren Çan’ın ne manaya geldiği konusunda ise, hem evde yaşayanların hem de okurun kafası karışıktır. çünkü biri gölün dibinde yatan, diğeri sipariş edilen olmak üzere iki çan mevcuttur. Paul’un karısına anlattığı hikayeden öğreniriz ki, eski çan, bir rahibenin aşık olup, gizli gizli aşığıyla buluştuğu suçlamalarını reddederek gölde intihar etmesiyle gölün dibini boylamıştır. efsaneye göre sesinin duyulması bir ölüme işarettir.

Sersem mi akıllı mı olduğunu kestiremediğim dora ile genç irisi Toby, Çan’ı gölün dibinden çıkararak bir faciaya yol açarlar. Çan’ın üstüne “ben aşkın sesiyim” kazınmıştır. Manidar değilmi? Çan belki de uhrevi aşk ile dünyevi aşk arasında kalan (michael ve catherine) insanların kendileriyle mücadelesinin sembolüdür.

Roman boyunca sık sık ikilem yaşayan, kafası karışan, bir yol, bir rahatlama, bir kurtuluş bulmaya çalışan iki karakterden biri dora diğeri michael’dır. Michael bu dünyaya ait tensel arzuların ve uhrevi aşkın aynı kaynaktan beslendiğini düşünür ama diğer yandan bu düşüncenin kendisini bir sapkın mı yaptığı, yoksa arzularını masumlaştırıp temize mi çektiği konusunda açmaza düşer. Doğuştan mümin, sarsılmaz yıkılmaz James karşısında, Michael arzularıyla olması gereken arasında sıkışmış dokunaklı bir karakter. Michael’ın, Nick’e duyduğu sevgiyi, özlemi, kırgınlığı, hayal kırıklığına uğratılmışlığı, arkadan hançerlenmişliği ve tüm bu duyguları nick’in hayali ile harmanladığı bir başkasında (Toby) sırasıyla dindirmek, temize çekmek ve susturmak isteği olağanüstü güzel bir sahne ile anlatılmış. "our actions are like ships which we may watch set out to sea, and not know when or with what cargo they will return to port".
O eve dönüş sahnesinden sonra ise laylaylom Toby’nin olan biteni, michael’i, kendi etik anlayışını sorgulaması başlar. İnsani zaaflar ile ahlaki kurallar arasında gidip gelir, karakterleri değerlendirirken kendinize de bir göz atarsınız ister istemez.

Yazıldığı yıla bakılırsa zamanında devrim yaratmış olsa gerek bu kitap. 50li yılların muhafazakâr (gerçi her daim muhafazakâr) ingilteresi'nde ahlak anlayışını sorgulamak, eşcinselliği sorgulamak her yiğidin harcı değildir.

Deepest Purple


Sene 1967-1968. Dünyanın yayık ayranı gibi çalkalanıp köpürmeye başladığı yılların başlangıcı.  Altı Gün Savaşları da denilen Arap –İsrail Savaşı kopmuştur. İsrail, Suriye’den Golan Tepeleri’ni, Filistin’den Gazze ve Batı Şeria topraklarını koparır. Birleşmiş Milletler birbirine girer. ABD’nde ırk ayırımına karşı ayaklanmalar bütün ülkeyi sarmıştır. 

ABD Anayasa Mahkemesi, ırklararası evliliği yasaklayan tüm eyalet yasalarını anayasaya aykırı bulup iptal eder. Bu arada çiçek çocuklar Vietnam Savaşı karşıtı gösterilerde ortalığı çiçeklerle süslerken, karşılığında polisler de kanla boyama çalışmaları yapmaktadır.  

O yıl, Oscar goes to A man For All Seasons. Thomas More’un hayatını anlatan nefis bir filmdir. Dustin Hoffman’ı kalplere, Simon & Garfunkel’in Mrs Robinson’ını dillere pelesenk eden “Graduate” filmi de 1967 de gösterime girer.


Andy Warhol’un meşhur Marilyn Monroe renkli baskısı da 67’ye damgasını vuran görsellerden biridir. Bu arada Çin ilk hidrojen bombasını patlatmıştır.

 Yunanistan’da Ergenekonis davasında, 15 subay darbe girişiminde bulunma suçundan mahkum olmuş ama bu durum darbeyi engelleyememiştir. Apollon 1 ekibi elektrik kontağından çıkan yangında rahmete kavuşurken, Vietnam Savaşının simgesi haline gelmiş olan, General Nguyen Ngoc Loan’ın Viet Conglu bir mahkumu öldürdüğü fotoğraf insanların hafızasına kazınmıştır. 


Daha daha neler olmuş? Rıza Pehlevi tacını pederinden devralmış. Garibim daha sonra elinde bavul  turist Rıza olacağını bilmiyor tabii. Bizde de Trabzonspor kurulmuş. Fenerbahçe’nin altın çağı başlamış. Yılmaz Güney henüz yımırtalık savcısını öldürmemiş, peşpeşe film çekiyor: Kızılırmak Kara Koyun, Balatlı Arif, Eşkiya Celladı, Çirkin Kral Affetmez. Daha sonra O da affedilmeyecek, fransa acı vatan’da ebediyete nakline kadar sürgün kalacak. 

Güzel şeyler de oluyor. Nicole Kidman, Kurt Cobain, Benicio del Toro, Philip Seymour Hoffman, Julia Roberts ve François Ozon doğuyor. Izlemeye bıkmadığım “Cool Hand Luke” ve “le Samourai” çekiliyor. İngiltere o sıralarda AB kapısında aday adayı. Müzakerelerde ben götümle girerim AB’ye derken. Götüne “De Gaulle”ün vetosu giriyor. O yıl Barclays, ilk atm makinasını kuruyor ve hallelujah eşcinsellik suç olmaktan çıkarılıyor. Bunlar müzakere fasıllarında yer alan şartlardı herhalde. Ayrıca Celtic F.C, Inter Milan’ı 2-1 yenerek UEFA kupasını ( nam-ı diğer Avrupa Kupası) kazanan ilk Birleşik Krallık takımı oluyor. 


Jimi Hendrix ve Pink Floyd ilk albümlerini çıkarıyorlar. E bunca lafı niye ettik? Ve dünyayı sertçe sallayacak bir ingiliz grup daha er meydanına çıkıyor. Deep Purple’ın temelleri 1967'de atılıyor. Resmen 1968’de kuruluyorlar.  


Grubun efsanevi klavyecisi John Lord ile davulcusu Ian Paice ikiz kızkardeşlerle evlendiklerinden aralarında bir bacanak ilişkisi de var. 1967 yılında davulcu Chris Curtis şoparları toplayalım, gezici bir grup oluşturalım, çalanlar sık sık değişsin, kafasına gore takılan bir kumpanya olsun, adı da “Roundabout” olsun deyu parası olan ama zevk sahibi musîkişinas bir işadamına fikrini çıtlatıyor. Fikir tutuyor ve derhal üye arayışına çıkılıyor. Kapıdan içeri ilk girenler, klasik müzik eğitimi almış olan John Lord ve teee Hamburg’ta konsomatris gitarcı (session guitarist oluyor gavurcası) olarak çalışan Ritchie Blackmore ve davulcu Ian Paice. Nick Simper (bass) ve Rod Evans (vocal) ise daha sonraları yerlerini Roger Glover ve garbın bülbül sesli şarkıcısı Ian Gillan’a  bırakıyorlar. 68 baharında grubun adı mosmora dönüşüyor.  

Derler ki, grup provaları Ritchie’nin kulakları ağır işiten babannesinin evinin bodrumunda yaparmış. Ninecik Guinness’e göre dünyanın en gürültücü grubu seçilen bu adamların bangırdamasını huşu içinde dinler, 1930larda çok popular olmuş, bir  Peter deRose bestesi Deep Purple’ı “evladım ne zaman çalacaksınız” diye sorar dururmuş . Sonunda Ritchie de ottan boktan isim bulma furyasına kapılarak grubun adını Deep Purple olarak değiştirmiş.

Piyasada fırtına gibi esen bir grup. Son derece üretkenler. 68’de peşpeşe ilk iki albümleri geliyor: Shades of Deep Purple ve The Book of Taliesyn. Lord' un klasik geçmişinin etkili olduğu, Bach ve Rimsky-Korsakov esintili Deep Purple albümü 1969’da çıkar.

 Daha Ian Gillan Ve Roger Glover ortada yoklar. Nick ve Rod’a yol verilince, adam arayışına giren Gruba, bizim Ritchie’nin kankası ve Episode Six adlı grubun davulcusu Mick Underwood,  Ian ve Roger’ı tavsiye ederek kendi grubunun ipini elleriyle çekmiş olur. Bu olaydan sonra yaşadığı vicdan azabını uzun yıllar üzerinden atamaz. Gillan, vefa borcunu Mick’i Deep Purple sonrası kuracağı grubuna alarak öder.

1970’e geldiğimizde grup seksen günde devr-i aleme çıkmış dünyayı fır dönmektedir. Bu yılın ilk yarısında In Rock gelir. 

Hiç bir zaman “out” olmayan “Child in Time”da gürül gürül gürleyen, sinir bozacak kadar güzel bir sese sahip Ian Gillan, birbirleriyle atışan aşıklar gibi karşılıklı döktüren Blackmore ve  Lord, ritmik jimlastik çalışan Glover ve Paice öyle bir tarz yaratırlar ki, bu “enstrümanlar versus vocal”, “enstrüman versus enstrüman” atışması alâmet-i farikaları olur. Fireball’u çıkardıkları 1971’de, bir sonraki albümde yer alacak şarkıları söylemeye başlamışlardır bile.


Fireball’dan hemen sonra gelen Machine Head, “Smoke On The Water”, “Highway Star”, ve “Space Truckin” gibi efsane şarkıları içerir.

 1971 yılında Rolling Stones’un mobil kayıt stüdyosunda kayıt yapacak olan Grup, Montreux’de Geneva Gölü yakınlarındaki Montreux Gazinosu'na gelir. Stüdyo, gazinonun bulunduğu alandadır. Gel gör ki, kayıttan bir gece öncesinde aynı gazinoda Frank Zappa ve şürekasının verdiği konser sırasında hıyarın biri işaret fişeğini ateşleyince mekan yanıp kül olur. El elde baş başta ne yapacağız diye düşünürlerken, şeytan azapta gerek, “Smoke on the Water” efsanesi ortaya çıkar.

"We all came out to montreux/On the lake geneva shoreline/To make records with a mobile/We didnt have much time/Frank Zappa and the mothers/Were at the best place around/But some stupid with a flare gun/Burned the place to the ground/Smoke on the water, fire in the sky."


Çıkan her albüm listeleri alt üst eder. En dişli rakibi ise, kendileriyle aynı yıl doğumlu, Rolling Stone tarafından “tüm zamanların en ağır”, VH1 tarafından “Hard Rock’un 1 (yazı ile bir) Numaralı”  grubu olarak adlandırılan, heavy metal müziğin kurucu babaları, adıylaaaaaa sanıylaaaaaaaa Leeeeeeeeeeeeed Zeppeliiiiiiiiiiiiiiiin. 

İki birbirinden sıkı grup er meydanına çıkınca, kapışmaları da dikkat çeker. Rivayet odur ki, bir gün muhabirler Jimmy Page ve Robert Plant’ı gece klübünden çıkarken yakalayıp kışkırtırlar. “Deep Purple Fireball’dan çok kısa zaman sonra Machine Head’i çıkardı. Albümleri bomba gibi düşüyor. Deep Purple hakkında ne düşünüyorsunuz?” Bu soru üzerine Led Zeppelin'in cevabı ağır olur : "Who do they think they are?”.
1973’de Deep Purple’ın yanıtı APS ile yeni bir albüm olarak gelir. Albümün ismi, tabii ki de Who do we think we are?
 


Albümün ardından grup gümbürtülü bir Japonya turnesine çıkarlar ve “Made in Japan” doğar. Ne yazık ki Blackmore ile Gillan arasındaki gerginlik artar, kara bulutlar ortalığı kaplar. Gillan Grubu terk eder. Glover da O’nunla birlikte aynı postaya verilir. Yerlerini David Coverdale ve Glenn Hughes alır. Ve tam da ortalık kasıp kavrulurken duruma uygun iki album gelir 1974’de: Burn ve Stormbringer. Yürek çatlatan “Soldier Of Fortune”u ekşi’ye ilk üye olduğumda nick olarak almıştım ama çaylaklığım yazarlıkla sonuçlanamadığı için güzelim nick de heba olup gittiydi.

1975’e geldiğimizde, Blackmore periyodik huysuzluk sancılarından birinde, gitarının fişini çekerek grubu terk eder. Yeri doldurulamaz adamın gitmesiyle birlikte Lord ve Paice gurubu dağıtma kararı alırlar. Grup içindeki kargaşa dayanılmaz bir hal alır. 1976 yılında çıktıkları İngiltere turu sırasında ,Liverpool’da, David Coverdale gözyaşları içinde istifasını verirken, aslında ortada bırakıp gidecek bir grup bile kalmamıştır. Deep Purple’ın dağıldığına ilişkin resmi açıklama aynı yıl gelir.

1984 yılında kadar dağınık kalırlar. 1984’de Gillan, Blackmore, Paice, Glover ve Lord, Perfect Strangers ile tekrar bir araya gelirler. Barış 1989’da yeniden bozulur. Gillan ve Blackmore’un müzikal anlaşmazlıkları suları bulandırır. Gillan ayrılır ve yerine 2008 yılında ODTÜ’de izleme şansını bulduğum Joe Lynn Turner gelir. Birlikte Slaves & Masters’ı yaparlar. Bundan sonra artık ayarları kayar abilerin. 25.  yıllarını kutlarlarken Turner’a yol görünür, Gillan geri gelir. Lakin savaş baltaları hiç gömülmemiştir ve bu kez Blackmore geri dönmemek üzere grubu terk eder.

O gün bugündür sahnedeler ve dünyayı dolaşıyorlar. Dünya döndükçe ve ömürleri yettikçe turlamaya da devam edecek gibiler.

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Filmlerin Yeme İçme Kültürü Üzerindeki Etkileri

Dondurma deyince aklıma geldi. Eskiden, Temmuz ayı gelmeden dondurma yememize izin vermezdi annelerimiz. Biz dondurmayı yaz güzelliği sanırdık. "Golden Girls" dizisi ile dondurmanın 4 mevsim 12 ay tüketilebilen ve sadece külâhta değil devasa kutularda da satılan bir şey olduğunu öğrendik. Öğrendik ama tecrübe etmemiz yıllarımızı aldı. 

Amerikan filmlerinde gördüğümüz kutu kolanın yurda giriş yılı ise yanılmıyorsam 1990 idi. O vakitler kola kutularının kenarları bombeli ve içerlek değil, bıçak gibi dümdüzdü. 

Biz fiskobirliğin caaaanım fındık ezmeleri ile büyümüştük. "Webster" ile "Cosby Ailesi" ile, tatsız tuzsuz ne idüğü belirsiz fıstık ezmesi ile tanıştık. İlk deneyimim ilk öpüşmemden berbattı. Dilim üst damağıma kaynamışdı. Sonra üstüne bal sürdük, reçel sürdük, sonra sade de güzel olduğunu fark edip, sınav öncesi, regl sırası, ayrılık sonrası kaşık kaşık yedik.  

Amerikan dizilerinin bir başka vazgeçilmezi çöpe geçirilmiş ateşte marshmellow kızartmasıydı. Geçen akşam Kendra izlerken gördüm lokum diye çevirmişler. Amerikan lokumu! Evet Kendra izliyorum, nolmuş? Go Kendra go Kendra. Ya gözü dönmüş kin kusan bir sapık dehşetinin ya da bir köpekbalığı saldırısının öncesinde gençler kırda bayırda, kumsalda toplaşır ince dal çubukların ucuna geçirdikleri marşmelovları evire çevire kızartıp, az sonra başlarına geleceklerden bihaber neşeyle yerlerdi. Uzun yıllar, bunun "ninemin doğumgününü hatırladım, ona bir sürpriz hazırladım. Dışı tatlı mı tatlı içinde kar gibi bir bulut saklı" bulmacasının cevabı ve bizim jelatinli 4lü paketlerde tükettiğimiz çokomel olduğunu bilmedik. En azından ben bilmiyordum. 

Fellini filmlerinden sonra bu memlekette bir kır düğünü yapma furyası başlamıştı. Böyle ahşap masalara beyaz keten örtüler serip, şarap içilen yemek sahnelerini, sanki çok yaparmışız gibi zeytinyağı reklamlarında görüyoruz şimdilerde.  

Woody Allen filmlerinin yemek sahneleri ise her zaman beni benden almıştır. Herkesin bir ağızdan konuştuğu yarı aydınlık restoranlarda ya da eski karı-koca/eski sevgili evlerinde, yenen uzun soluklu, bol içilip bol tartışılan bu sofraları imrenerek izlemişimdir hep. İnsanın hem yiyesi hem de dostlarla bir araya gelip konuşası gelir.
 
Araya bir tane de yerli katmadan edemedim. Tam olarak yerli de diyemeyiz aslında; hibrid diyelim. "Gegen Die Wand"da Sezen Aksu'nun "Yine mi Çiçek"i eşliğinde yapılan alışveriş sonrası hazırlanan biber dolmasının sofraya geldiği sahneyi izlediğinin ertesi gün kim dolma yapmadı ha?

İngiliz Mutfağı

İş yeriniz sağlı sollu kebapçıların sıralandığı bir caddenin, yine sağlı sollu market ve büfelerin sıralandığı bir başka caddeyle kesişim noktasındaysa, öğlen yemekleri için pek seçeneğiniz yok demektir. Kebap yemekten kuzulamaya başladığımı hissettiğimde ayaklarımı sürüye sürüye iş yerinin yemekhanesine giderim. Bizim aşçı daha önce İngiltere Parlamentosunda Lordlar Kamarası egzekütiv lancında şeflik yapmış olduğundan mütevellit, mönünün değişmeyen yemeği karnabahar ve patates çeşitlemeleridir. Şimdi burada yeri gelmişken içimi dökeyim. Bir mutfakları olmamasına rağmen yeme içme konusunda bir araba dolusu vecizeye sahip bir başka ulus var mıdır bilmiyorum. "eti tanrı, aşcıyı ise şeytan gönderir" diye bir atasözleri var örneğin. Mutfaklarının haline bakınca şeytanın adalılarla arasının iyi olmadığı belli oluyor. Zaten bu adamlar için yemek bir lüks, içmek ihtiyaçtır.

İngiliz mutfağının-hadi mutfaktan saydık diyelim- üç artı bir ana malzemesi vardır. Bunlar: et, yumurta,patates ve karnabahardır. Et diyince akla hemen nane soslu kuzu pirzolası ve meşhur biftekleri gelir. Gerçi gammon steak midir nedir domuz pirzolasına da bayılırlar. Yumurta ile yaptıkları en ilginç yemek ise omlettir. Patates deyince durmak lazım gelir. 

 Zira nasıl ki, yağmura bile yağış şekline göre kırk farklı isim vermişlerse, fakir yiyeceği olarak bilinen patatesin de 35 farklı türü vardır bu memlekette. Bu bağlamda, İrlanda sorununun tarihsel köklerinde patatesi bulmak bile mümkün. Bizim hamsinin suyunu çıkarmamız gibi, pattisten onlarca çeşit yemek yapabiliyorlar. Hatta damıtıp arıtıp bira ve viski yapmışlıkları dahi var. En meşhuru tabii ki artık yemeklerden kalan et parçalarının pattis püresi ile harmanlanması ile ortaya çıkan shepherd's pie. 

Yine de, istediğiniz kadar olmasa da ummadığınız kadar iyi yemek yiyebilirsiniz ingiltere'de. Türklerin, Yunanlıların, Hintlilerin, Çinlilerin ve Fransızların müteşebbüs ruhları sağolsun. Lakin bizim yemekhanede değil. Aşçı, Nuh'un ingiliz olduğuna kani olmuş bir kere.

Önümde pattis püreli etli bezelye, yanında karnabahar salatası olunca insanın canı bira istiyor. Ahçımız İngiliz hayranı olur da marketimiz Fransız olma mı? Eskiden kampüsün içinde küçük bir marketimiz vardı ve uçaklarda verilen şu küçük boy şarap ve biralardan satılırdı. Biz de şarap ya da bira artık hangisini canımız çekmişse marketten alır devasa kaave kupalarına doldurur, ya yemekhanede ya da ofiste çalışırken içerdik. Hey gidi gidi günler hey. Bira deyince de aklıma biraların kıralıçası Bass Ale geliyor. Kasalarca tüketirsin de ne miden kavrulur ne şişkinlik yapar. Yahu bu memlekette neden bir bira tekeli var. Efes ve Tuborg'dan gayrı gazsız güzellik neden yok. 

İngiliz maltı, aromatik şerbetçiotu ve mineraller bakımından zengin suyla demlendirilen Bass'ın yanık kavruk bir aroması, kızılımsı sarı kehribar bir rengi vardır. Dolgun biradır. Boğazınızdan kayarken hafiften yakar geçer. İçimine doyum olmaz.

1777 yılında William Bass ilk birahanesini Burton on Trent'te açtığında Bass Ale'in 200 yıllık bir geleneğe sahip olacağını düşünmemiştir herhalde. Napoleon'dan Buffalo Bill'e, Edgar Allen Poe'dan, Edouard Manet'e kadar edebiyat, siyaset ve sanatın en iyilerinin tercihi olmuş Bass. Reklamlarında kullanılan “reach for greatness” sloganı ile manzarayı tam yerine denk getirip koymuşlar yani. Derler ki, Napoleon’un Waterloo’dan sonraki ikinci hezimeti, Fransa’da bir Bass imalathanesi açma rüyasını gerçekleştirememesidir. Bu öyle bir biradır ki, Concorde’un ilk göklere salınışı merasiminde yaratıcı ekibi şampanyayı çok sıradan buldukları için, uçağı bir şişe Bass Ale ile kutsamıştır.

Titanic’in ilk ve ne yazık ki son seferini şereflendiren bira olmuş aynı zamanda. Bass’ın 500 kasası Atlantik’in serin sularına gömülü yatıyor. Olur da birgün Atlantik’te seyrederseniz, geçtiğiniz yeri deniz diyerek geçme, tanı, düşün altında yatan 500 kasa bass’ı. Onlar şimdiye Petrus kıymetine erişmişlerdir. Adamların o kadar güzel bira reklamları olurdu ki, hepsi birer kısa film gibiydi. Neyse....

Şimdi ofiste yapabildiğim tek şey çaycının berbat mamullerini sütle içilebilir hale getirmek. Diyeceksiniz ki, caaanım çaya süt mü dökülür. Elbet dökülmez, zinhar! Lakin herif çay değil bulaşık suyu dağıtıyor. Tahmin edeceğiniz üzere bu iğrenç buluş da İngilizlere ait.

Çayın sorunu başlangıçta oldukça iyi bir içki olmasıydı. Dolayısıyla bir grup en ünlü britanyalı bilim adamı kafa kafaya verdiler ve onu berbat etmenin bir yolunu bulmak için biyolojik deneyler yaptılar. Britanya biliminin ebedi zaferinin sonucu olarak çalışmaları meyve verdi. Çayı, sade ya da limonlu ya da rom ya da şekerle içmeyecekseniz, içine bir parça şekersiz soğuk süt dökersiniz arzulanan nesneyi elde edebilirsiniz.

Bir kez bu canlandırıcı, aromatik doğu içkisi, başarıyla renksiz ve tatsız bir gargara suyuna dönüştükten sonra, bir anda Büyük Britanya ve İrlanda'nın ulusal içkisi haline geliverdi. Hâlâ da çayın güzel adını elinde tutuyor, daha doğrusu gasp etmiş bulunuyorlar.

Şimdi şöyle demli bir çay, yanına da dondurmalı kazandibi olsa da yesek.. 

4 Mayıs 2010 Salı

Ejder Kapanı ile Fare Yakalamak

Nerden başlasam, nasıl anlatsam bilemiyorum. En iyisi bodoslama dalayım. Dün gece Uğur Yücel filmleri iyi olur önyargımı Ejder Kapanı'na kurban ettim. Sincity, Seven ve bilumum CSI'lar amalgamı bir film. Fragmanına yandığım yaktı beni. Filmin en iyi tarafı -ki bir önyargım daha yerlebir oldu- Kenan İmirzalıoğlu. Adam oynadığı başkomser rolünde son derece inandırıcıydı. Ezel gibi tırt bir karakterden Cello gibi karizma bir abiye dönüşmeyi başarmış. Buna karşılık Uğur Yücel giderek, Bob de Niro'nun kariyerinin son çeyreğinde tercih ettiği olur olmaz her filmde görünen bazen tırt, bazen kallavi karizmatik yancı adamı oynamaya başladı. Korkusuz, gün görmüş geçirmiş, inci danesi laflar eden, bazen iyi bazen kötü ama içinde kötü bile olsa insani bir yan olan "baba" adam tiplemesi. Hırsız Polis'teki aksak, diğer polisiye dizilerdeki (namely karanlıkta koşanlar, alacakaranlık -ki çok iyi dizilerdi-) karakterlerinden farkı yoktu. Çok başarılı ve kendini kanıtlamış yılların oyuncusu olmakla birlikte bana kalırsa Uğur Yücel de tıpkı de Niro gibi artık hep kendisini oynuyor.

Ceyda Düvenci kötüydü, Uğur Yücel'in sevgilisi pavyon şarkıcısı olarak. Berrak Tüzünataç, kıro stajer rolünde değerlendirme dışı kaldı. Oyunculuk diye bir şey olmadığı için şahsına ait bir eleştirim olmayacak. Lakin emniyette stajer polis diye bir kavram varmış onu öğrendik. Stajerin ne demek olduğundan bihaber senaristler her boku bildiklerini düşündüklerinden olsa gerek-her şeyi bildiğini düşünenin aklına yanılmış olabileceği gelmiyor haliyle) bir bilene danışmış olsalardı stajer ile aday memur, bürokrat ile politikacı arasındaki farkı, 657 sayılı kanuna göre memurların kıyafet sınırlamalarını öğrenmiş olurlardı. Evet sivil polislerde kıyafet serbestisi vardır da o serbestlik görevdeyken geçerlidir, masa başında otururken değil. Stajer kız Berrak göbeğini gösterir beyaz atleti ve kot pantalonu ile nerenin stajeri idi ben merak ettim. CSI New York ve muadillerinde bile kadınlar haftasonu pikniğine gider gibi giyinmiyor yahu. Ayrıca polisin stajeri olmaz kardeşim. Devlette stajer demek daha okul diploması görmemiş veletlerin 20 gün ile 1 ay arasında esasa değil şekle müteallik çalıştırılmasıdır. Yani çocuğun eline çeviri verirsin, fotokopi işi verirsin, rakamsal bir takım işleri yapmasını isteyebilirsin, işin aslına ilişkin hiç bir şey stajerin eline verilmez. Resmi evrak gösterilmez. Benim bildiğim bir avukat bir de hekim adayları bu kapsamın dışındadır. Hukuk mezunları avukatlık stajı yaparlar, tıp öğrencileri de son senelerinde "intern" olurlar. Herkesten gizlenen bilgiyi stajer biliyor ama Müdür Yardımcısı Uğur Yücel, Başkomser Kenan'a söylemiyor!

Filmin bir sahnesinde bir müsteşarın ağzından, "bu benim ve partimin sonu olur. Bu olayı derhal örtbas edeceksiniz" diyor. Bürokrat hükümetin adamı değildir, siyasetçi değildir. Bürokrat devlet için çalışan bir devlet memurudur. Hiç bir yüksek bürokratın ağzından alenen benim partim lafını duyamazsınız. Hangi müsteşar- Adalet Bakanlığı Müsteşarı mı, İçişleri Bakanlığı Müsteşarı mı belli değil filmde. İstanbul Emniyet Müdürü'nü ayağına çağırıp azarlayan bir müsteşar ben düşünemiyorum.

Kör gözüm parmağına şeklinde daha ne hatalar var. Ceset adli tıpta. Adli tıp uzmanının yaptığı açıklamaları 7 yaşında bir çocuk da yapabilir. "Hımmm bu yaralar parçalanmış, demek ki kama gibi bir şeyle yapılmış". Yok ya, sahi mi söylüyorsun. Ayrıca herif lab.'a gönderdim sonuçları bekliyorum diyor, bir yandan da cesetten bir parça alıp tüpe koyup asistanına veriyor. Bu ne şimdi? Hani göndermiştin örnekleri. "Bu böyle yapılıyor bakın bu da daha önceden yapılmışı." Seyirciyi aydınlatmak için uygulamalı gösteriyor adam, ben de çok fesatım yahu.

Amerikan polisiyelerininin  vazgeçemediği klişelerden birisi de katilin özellikle seri katilin metodolojik olmasıdır. Cinayetler tıpkıbasımdır. Bazen kullandığı alet, bazen cinayet şekli, bazen, maktul profilleri, bazen de cinayetlerin işlendiği yerler bizi katile götürür. Onlar yapar da biz yapamaz mıyız. Şimdi efendim filmin sonuna doğru amirim komiserim kurbanların vesikalıklarını,  istanbul haritası üzerinde öldürüldükleri mahallere raptiyeliyor. O da ne? ortaya bir şekil çıkıyor. Kurbanları öldürürken kullanılan  zehir iguanaya benzeyen ve günaydoğu bölgesinde sarı ejder diye bilinen bir hayvana ait ve vesikallıkların bulunduğu noktaları kalemle birleştirince ortaya bu resim çıkıyor. İyi de ulan, katil adamları kendi yaşadıkları evlerinde ya da çalıştıkları yerlerde öldürüyor. Kendisi seçmiyor ki cinayet mekanını da böyle alicengiz oyunları yapıp ardından damgasını bıraksın. O zaman allahın işi. İlahi bir kuvvet bu şekli verdirterek bize katili işaret ediyor. Tevekelli değil sonunda komiserim amirim sabah namazını Sultan Ahmet'te eda ediyor.

Nejat İşler'e yazık olmuş. Yem olarak başa konmuş. Kişisel geçmişi, katil olmaya çok müsait. Bunu gözümüze sokuyorlar. Biz de diyeceğiz hah lan katil bu olmalı. İyi de filmin sonuna kadar kimsenin aklına daha doğrusu Nejat'ı tanıyan Kenan'ın aklına bu gelmiyor. Sonunda baklayı ağzından çıkarıyor. Çıkarması ile birlikte de gerçek katilin kim olduğuna dair bilgiyi ele vermiş oluyorlar. Çünkü bunu çok amatörce ve salakça yapıyor senaryo. Oysaki kuşkuyu Nejat'ın üzerinde yoğunlaştırıp seyirciyi de buna inandırıp sürpriz son yapabilirlerdi. Baştan Nejat'ın hikayesini vererek, kafadan onun katil olacağına inanmamız bekleniyor. Ne yani şimdi benim anamı içkili bir şoför öldürdü diye, içkili araba kullananları haklayan bir katil çıksa ortaya ben zan altında mı kalacam.

Filmde cesetler çok başarılıydı. Çok iyi ceset olmuşlardı haklarını yemek istemem. Ha bu arada üst katta oturan adli muhabir ne ayak abicim ya. Öldürürken adamları kameraya alma işlemini sen beceremiyor musun? Bu iş için adam kaçırmanın manası ne? Ayrıca neden kendini ele vermek istiyorsun? Sen bir eşitleyicisin, adalet sağlayıcısısın, halk kahramanı oldun. Bak Dexter'e kendini ele vermek gibi bir niyeti var mı? Adam kendince süper bir yargı infaz modellemesi yapmış, tıkır tıkır işletiyor.

Ayrıca, ne o kırmızı pointerlı sniperlar. Emniyet kendi adamını kurda teslim eder mi? Hem o dışarda bekleyen medya ordusu ne oluyor?  Film setini karıştırdılar galiba. John Travolta ile Dustin Hoffman'ın oynadığı Mad City seti değil bu.

Film ikinci yarıda hepten sıçıyor. Diyaloglar da battıkça batıyor. Yine de izlerim derseniz, gidin alın belanızı bulun.

Aha bu da konusu:
İstanbul'da, kurbanların hepsinin aftan yararlanıp çıkan sübyancılar olduğu bir cinayetler zinciri başlar. Bunun hemen öncesinde, Güneydoğu'da askerliğini yapan Ensar'ın (Nejat İşler) 12 yaşındaki kız kardeşine tecavüz edilir. Sonrasında Ensar ortadan kaybolur. Cinayetler ortaya çıkınca şüpheler Ensar üzerine yoğunlaşır. Cinayet masasından müdür yardımcısı Abbas (Uğur Yücel) ve başkomiser 'Akrep' Celal (İmirzalıoğlu), soruşturmayı üstlenir. Katil çok zeki ve hızlı hareket etmektedir. Üstelik halk, suçluları cezalandırdığı için katili desteklemektedir.

Pi'nin Yaşamı

Birkaç sene önce patronlarım beni Japonya'ya ekonomi politikası gibi baba bir adı olan kursa gönderdiler. Ben de hiç ikiletmeden gittim. Nereye baksan kargacık burgacık hiç bir anlam ifade etmeyen, çağrışım yaptırmayan yazılar. Tabela okuyamıyorsun, gazete okuyamıyorsun, tv izleyemiyorsun. Üstelik nerdeyse hiç kimse İngilizce bilmiyor. Bir süre sonra kendini bir uzaylı gibi hissediyorsun. İşte bu noktada da Japonlarla kaynaşıyorsun, zira Japonlar da kendilerini uzaydan geldiğine inanıyor. Her neyse Japon halkı ve kültürü ile kaynaşmam ayrı bir mevzuu. Bir gün yine anlamaz anlamaz sokaklarda yürürken, devasa bir kitapçı görüp daldım içeri. O da ne, İngilizce bölümü var. Kitapları incelerken, her ne kadar gözüm japon seks sanatı adlı kitaba kaysa da, bunların ölçüleri bizimkini tutmaz diyerek, hemen yanında duran, kapağında derin bir maviliğin ortasında incecik bir kayık ve turuncu renkli bir kaplan resmi olan kitap ilgimi çekti. Bizde kitap kapağına ne yazık ki çok önem verilmiyor. Oysa kendini seçtiren, eğer ki bilmediğiniz bir yazar ise, kapağıdır. Nihayet anlayabileceğim bir şeyler okuyacağımın verdiği heyecan ile kitabı aldım ve yurda döner dönmez okumaya başladım. Kitap daha sonra ülkemizde de, İnkîlap yayınları tarafıdan basıldı. Kitabı o kadar çok sevdim ki, bizdeki basımını da aldım. Kitaba gelince...

Tam adıyla Piscine Molitor Patel’in olağanüstü hikayesi anlatılır kitapta. Zor telaffuz edilir ya da ota boka çağrışır ismi olanların pek iyi bileceği üzere, Piscine de okulda pissing diye çağrılarak madara edilmeye çalışılmaktadır. O da ısrarla adının “Pi” olduğunu  söyler. Aslında adı Fransa’daki bir yüzme havuzundan gelmektedir. Her neyse isminin ne olduğunun bir önemi yok. Adıyla ilgili yaşadığı zorluklar yaşayacaklarının yanından bir hiç kalıyor.

Pi Patel, bir zamanlar Fransa’ya ait olan Hindistan’ın güney bölgesinde yer alan Pondicherry adında bir yerde yaşar. Babası hayvanat bahçesi müdürü olduğu için de bütün çocukluğu hayvanlar arasında geçmiştir. Kitabın ilk bölümünde Pi’nin çocukluğu, hayvanlar hakkında bilgi edinmesi ve aile ilişkileri anlatılır. Hayvanların ihtiyaçları, onların nasıl kontrol altında tutulacağı, nasıl sakinleştirilecekleri, rutinleri bozulduğunda nasıl huzursuzlandıkları gibi konularda, insani özellikleri hayvanlara yakıştırarak (antropomorfizm) okuru bir nevi eğitir.

Pi, ergenlik çağına adım attığı yıllarda “tanrı arayışı”na girer. Ailesi dindar değildir. Pi doğal olarak hindu olmakla birlikte hristiyanlık ve islam’a da ilgi duyar ve her üç dinin de sadık bir izleyicisi olur. Kitabın en eğlenceli ve felsefi bölümlerinden biri, imam, rahip ve pandit’in bu durumu çaktıkları ve Pi’nin hangi dini seçmesi gerektiğini söyledikleri bölüm. Birbirinin inancını küçümseyen bu kindar din adamları, Pi’nin “ben sadece tanrıyı sevmeye çalışıyorum” açıklamasıyla ağızlarının payını alırlar. Kardeşiyle dalga geçen Ravi’nin önerisi de pek yabana atılır gibi değildir: `At the rate you're going, if you go to temple on Thursday, mosque on Friday, synagogue on Saturday and church on Sunday, you only need to convert to three more religions to be on holiday for the rest of your life.`(bu hızla, perşembeleri tapınağa, cumaları camiye, cumartesileri sinagoğa, pazarları kiliseye gidersen, hayatının geri kalanını tatilde geçirmen için geriye sadece 3 din kalıyor mealinde bir şey işte bu da.)

Kitabın ilk bölümü Pi ve ailesinin hayvanat bahçesini kapatıp, hayvanların birçoğunu başka hayvanat bahçelerine göndererek kanada’ya gitmek üzere bir japon kargo gemisine binmeleriyle biter. Pi artık 16 yaşındadır ve yeni bir hayatın arifesindedir. Ne yazık ki, yeni hayatı umut ettiği gibi başlamaz; ikinci bölümün ilk cümlesinde dediği gibi gemi batar. 

Pi, bir zebra, bir sırtlan, bir orangutan ve bir bengal kaplanı ile birlikte kendini bir filikada bulur. Kitabın bundan sonrası, yiyecek zincirinin halkalarının tek tek nasıl yok olduğunu ve son iki halka olarak ayakta kalan Pi ve Richard Parker adındaki kaplanın 227 günlük deniz macerasını, çocuğun duygusal ve fiziksel tükenişini anlatır.

Başlangıçtan itibaren Pi’nin bir şekilde yaşayacağını bilseniz de, (anlatıcının kendisi olmasından dolayı) bunun nasıl olacağını merak ediyorsunuz. Free Willy, Fury, Flipper’da olduğu gibi hayvanlara insani duygular yüklemeden bir kaplanı sevimli bir kediciğe dönüştürmeden son derece gerçekçi bir kaplan ile duygusal ve fiziksel tükenişi yaşayan bir çocuğun yaşam mücadelesinin ilgi çekici ve hüzünlü hikayesi yalın bir dille anlatılıyor. her ne kadar tatlı tatlı okunsa da, safdilliğin böylesi karşısında “hadi canım bu kadar da olmaz” denilen  zurnanın zırt dediği yerde yazar hikayenin gerçekliği konusunda okuru şüpheye düşürüyor.

Ufak tefek aksamalar olsa da, okurun inancını zorlayan, ustalıkla yazılmış, zevkle okunan muhteşem bir öykü, okunması gereken bir kitap.

3 Mayıs 2010 Pazartesi

La Historia Oficial-Resmi Tarih

"La Historia Oficial" (Resmi Tarih)1985 yapımı bir Arjantin filmi. Yönetmeni Luis Puenzo'nun ki, o zamanlar henüz 39 yaşındadır, ilk uzun metraj tecrübesidir. Film sadece iyi bir film değil. "Z" ve "Missing" ile birlikte politik sinemanın en iyi örneklerinden sayılıyor. Konusu her ne kadar 1980 başlarında Arjantin'de geçiyor olsa da, temel insan ve insanca yaşama hakları zaman zaman ellerinden alınan, demokrasisi askeri darbelerle kesintiye uğrayan bütün toplumların ortak yarasını deşeliyor.

Siyasi tarihi bizimki ile örtüşen, sözde demokratik geleneği istikrârlı bir biçimde sol karşıtı askeri darbelerle zedelenen Arjantin'de, "Kirli Savaş" olarak adlandırılan cunta dönemi idaresi sırasıda 30 bin kişi ortadan kaybolur. Binlerce insan işkence görür. Gözaltına alınan ve öldürülen insanların çocukları ve bebeklerine el konur; askerler ya da rejim yanlısı ailelere evlatlık olarak verilirler. Bu kayıp çocukların bulunması için, Buenos Aires'in "Plaza del Mayo" meydanında gösteri yapan kadınlar, Mayıs Meydanı Anneleri olarak bilinirler (bizdeki muadili de Cumartesi Anneleri). Başlarına taktıkları beyaz eşarpları, bugün artık bir dernek olan "Madres de la Plaza del Mayo"nun simgesi haline gelmiştir.
1976 yılındaki darbeyi yapan General Jorge Rafael Videla, 1973'deki serbest seçimlerden sonra devlet başkanı olan Isabel Peron tarafından Genel Kurmay Başkanı olarak atanır. Ama işte huylu huyundan vazgeçmiyor. Peronist direnişi yeniden canlandırmaya çalışan sol örgütler, gerilla grupları, sendikalar ve bunlara destek veren herkese karşı açık bir insan avı başlar. Ne acıdır ki Peron kendi eliyle, kendi fikirlerini destekleyen insanları yok saydığına dair bir karara imza atar.
24 Mart 1976'da ordunun yönetime el koymasıyla Isabel Peron devlet başkanlığından uzaklaştırılır. Videla (kan kardeşi Orgeneral Kenan Evren oluyor), ekürüsü General Orlando Ramon Agosti (Türkçe meali orgeneral Nurettin Ersin) ve Amiral Emilio Massera'yla (Türkçe meali oramiral Nejat Tümer) birlikte oluşturduğu üç kişilik bir askeri cuntanın başı olarak devlet başkanlığını üstlenir. Ülkede düzen yeniden kurulduktan sonra sivil yönetime geçileceğini açıklar. Ulusal Kongre'nin çalışmalarını durdurur ve yasama yetkilerini dokuz kişiden oluşan bir askeri komisyona devreder (yine dilimizdeki meali Milli Güvenlik Konseyi). Mahkemelerin, siyasi partilerin ve sendikaların çalışmaları durdurulur; bütün önemli görevlere subaylar atanır. Videla, bundan sonra ekonominin canlanması amacıyla Peronizm'in düzenlemelerine son vererek serbest pazar ekonomisini güçlendiren önlemler alır. Videla, gazeteci ve öğretim görevlisi gibi aydınlara yönelik tutuklamaları sürdürür. 1981'de görevden çekilerek yerini General Roberto Viola'ya bırakır.

1983'te sivil yönetime geçilmesinin ardından Videla ve Massera cinayet suçundan yargılanarak 1985'te ömür boyu hapis cezasına mahkum edildilerse de, 1990'da Carlos Menem tarafından çıkarılan afla serbest bırakılırlar. 1998'de, Videla iktidarı sırasında gözaltında kaybolanlar nedeniyle yeniden suçlu bulunur ve 28 gün hapiste kaldıktan sonra sağlık gerekçeleriyle cezası ev hapsine çevrilir. Az da olsa adalet bir şekilde tecelli etmiş elin Arjantininde.
Film "Kirli Savaş"ın hüküm sürdüğü yılları anlatır. Orta sınıf çekirdek bir burjuva ailesi, korunaklı, imrenilecek yuvalarında dışardaki gerçeklikle hiç alâkası olmayan toz pembe bir hayat sürmektedirler. İşbitirici/işbirlikçi işleri tıkırında giden, iyi giyinen, ailesiyle ilgili, muhafazakâr, düzen yanlısı ve doğal olarak solculara karşı bir koca (Roberto), kocasının ve kocanın inandığı ve sürmesini desteklediği düzenin penceresinden dünyayı gören -ironik bir biçimde tarih öğretmeni olan- kısır bir kadın (Alicia) ve belki de işkencede, göz altında öldürülen, kayıp ilan edilmiş siyasilerden birinini çocuğu olması pek muhtemel evlat edinilmiş bir kız çocuğu (Gaby).

Bir gün sokağın sesi, sokaktan yükselen isyan bu mutlu ailenin temellerini sarsmaya başlar. Alicia'nın şüpheleri, uyanışı, gerçeği arama inadı ailenin sonunun başlangıcı olur. Alicia da nüfun sesszi çoğunluğu gibi öldürülenler, tutuklananlar ve gözaltında kaybolanların sayısı hakkında bir şey bilmemektedir. Ya da bilmemeyi tercih etmektedir.
İlk uyanışı, öğrencileri sayesinde olur. Fakir fukara semtlerinden gelen ve aileleri darbenin çemberinden geçmiş çocuklar kitaplarda okutulan "resmi tarih"e isyan ederler. Avrupa'da uzun yıllar sürgünde yaşadıktan sonra ülkesine dönen arkadaşı ile yapmış olduğu konuşmalar da, Alicia'nın ülkesinde olup bitenler hakkında düşünmesine neden olur. Gerçeği arayış, belki de kızının gerçek kimliğini de ortaya çıkaracaktır.

Film oyunculuğundan, senaryosuna, yönetimine kadar bence mükemmel. Gösterişli sahneler yok, klişe, beylik laflar yok. Sakin sakin başlar, huzursuzluğun dozu giderek artar ve gerçeğin dehşeti usulca gözler önüne serilir.

Ben filmi 21 sene önce izledim. Yüzbinlerce hayata mal olmuş, bir o kadarının hayatını karartmış 3 darbe görmüş bir ülke olarak, neden biz yaşadıklarımızı böyle ustalıkla, kolayına kaçmadan, basitleştirmeden anlatacak bir yönetmen yetiştirememişiz, o karı kocanın rollerinin altından kalkacak, rol paralamayan oyunculara sahip olamamışız, neden çatısı sağlam çatılmış güçlü senaryolar yazacak adamlar çıkaramamışız diye düşünmüştüm izlerken.

1980 darbesi sonrasında kurulan askeri yönetim sırasında- ki daha sonra sivil hayata geçilse de tutuklamalar, fişlemeler ve işkenceler devam etmiştir- 650 bin kişi gözaltına alındı, 2 milyona yakın insan fişlendi, 30 bin kişi 1402'lik olup işten atıldı, işkenceden öldüğü belgelenen kişilerin sayısı 171, arabadan yuvarlanan, pencereden itilenlerin sayısını bilmiyoruz. 23 bin dernek kapatıldı. Yüzlerce gazeteci hüküm giydi, saldırıya uğradı, içlerinde öldürülenler oldu. Yüzlerce insan cezaevlerinde hayatını kaybetti. Yapılanların haddi hesabı yok. Hiç kimse bunun faşist bir darbe ve içinde sol geçen her şeyi yok etmeye yönelik olduğu gerçeğini inkâr edemez. Ne acıdır ki, Rıza Pehlevi'den yaka silkip Humeyni'ye sarılan, sonradan kafalarını taşa vuran İran halkı gibi, bizler de askerin gelmesini sevinçle karşıladık. İnsanların can güvenliği yoktu, her akşam pencere önünde bekleşilir, çocuk/koca yolun başında görününce tutulmuş nefesler bırakılırdı. Makinalı sesleri bölerdi uykularımızı. Darbe oldu, sokakta ses kesildi. Herkes bir oh çekti. Hayatlarına devam edebileceklerini sandılar. Sıradan, kendi işinde gücünde olan insanlara neden dokunsunlardı.

Bu kez terör rüzgarı devlet eliyle esti. Örgüt üyesi oldukları için tutuklananları, işkence görenleri, öldürülenleri ve idam edilenleri zatı muhteremin dediği gibi asmayıp da besleyecek miydik. Ama darbenin eli sıradan insanların hayatına da müdahale edince insanlar düşünmeye başladı. İş yerinde kendisine gıcık olan bir meslekdaşı komünisttir diye jurnalleyince mühendisliğinden, öğretmenliğinden, müfettişliğinden, doktorluğundan olan binlerce baba inşaatlarda çimento torbası taşıdı, karanfil sokakta atkı eldiven, ıvır zıvır süs eşyaları sattı. Kahrından kederinden hastalanıp ölenler oldu. Bu adamların kadınları da işten atıldılar. Sırf, Cumhuriyet Gazetesi taşıdığı için dolmuştan indirilip gözaltında tutulanlar oldu.

78'lilerin, 68'liler gibi kahramanları olmadı. Onlara sadece askeri şiddet değil, entellektüel şiddet de uygulandı. Hatta öyle şeyler oldu ki, yıllar sonra bazı "solcu" yazarlar çıkıp, 68'lileri naif bulduklarını, 78'lilerin ise hiç de şık olmadığını beyan ettiler. Açıkca sığ dediler canım (çünkü hangi şarap hangi yemekle gider bilmiyorlardı). O tipler de, ya çok satan yazar, ya 14 numara yönetmen ya da kristal elmalı reklamcılar oldular. Ama bir allahın kulu çıkıp o yıllarda neler olup bittiğini anlatan derli toplu bir film çekmedi.
Derken yıllar sonra "Bu Kalp Seni Unutur mu" adlı bir dizi çıktı. Eli yüzü düzgün başladı. Dönem filmi çekmek ille de araba modellerini, kıyafetleri, mobilyaları tutturmak mıdır? Başarısı bununla mı ölçülür?  Anlattıkları yılların hatrına, çakma Meg Ryanlı yeteneksiz oyuncularını bile sineye çektik. İlle de Turgut Özal'a, Mesut Yılmaz'a benzeyen adamları bulup oynatınca mı gerçeğe yaklaşılmış oluyor. Cüneyt Arcayürek'in Ku-De-Ta" kitabında hayali bir adada yapılan darbe anlatılır ama bal gibi 80 darbesidir anlatılan.

Benzer oyuncuların ya da gerçek kişilere benzetilmeye çalışılan oyuncuların kullanılması, resimli tarih dersine çeviriyor diziyi. Bir zamanlar Erol Keskin'İn sunduğu bir drama-tarih programı vardı televizyonda. Erol Keskin, "Lord Curzon ile İsmet Paşa Lozan'da karşı karşıya geldiklerinde..." diye başladığında, İsmet paşa rolünde rahmetli Savaş Dinçel masa başında Lord Curzon'u canlandıran oyuncu ile konuşurken, sesler duyulmaz olur, sahneyi yine Erol Keskin alırdı.

Dizinin sanatsal derinliği bu tarih programını geçememiş görünüyor. Ayrıca sağ kesimin gariban, soğan domates yiyen; sol düşünceli insanların da zengin zebildek, masalarından şarap eksilmeyen kişiler olarak betimlenmesi, dizide reklamcılığa devrimcilikten yatay geçiş yapan(lümpen)ların solcu gibi gösterilmesi, bu arada yalancıktan "kürtlere de yazık oldu" gazı verilmesi, o insanların yapmaya çalıştıklarının karikatürize edilerek; türkü dinleyen, iştahlansa da kadına bacı diyen, pos bıyıklı tiplemelerin yaratılması 78'lilere yapılan bir ayıp, o yıllarda o acıları çeken ve çekenlere tanıklık edenlerin anılarına ihanettir.

Bizzat sofrasında kuş sütü eksik olmayan, sayfiye evlerinde oynaşan güya aydın kesimler, selimler, yalçınlar tarafından o kaba saba kavruk bulunan gençler yerden yere vuruldu. Onları karalamak lekelemek için verilen çabanın onda biri darbeyi yapan yönetimle hesaplaşmak için harcanmadı. İşte bu dizide harcanmadığının en güzel ispatı. Hele son bölümlerinde hepten aşk meşk işlerine daldırdılar senaryoyu. E tabii, kendi foyalarını kendi elleriyle ortaya çıkaracak değiller. İnsanın hem kendi geçmişi ile hem de tarihi ile yüzleşmesi ... ister. Bi de rayting getirmiyor naaparsın.