21 Mayıs 2010 Cuma

Paris Günlüğü: Nihayet İkinci Gün


Latin Quarter ikinci gün rotamız. Bölge adını entellektüel geçmişinden alıyor. Seine Nehri, Paris'i iki yakaya ayırıyor. Bataklık olan sağ yaka kurutularak tarıma uygun hale getirilmiş ve yerleşim buraya kaymış. Zaman içinde ticaret merkezi olarak gelişmiş. Nehrin aşağısı yani sol yakası ise Ortaçağ'dan günümüze akademisyenlerden, edebiyatçılara, sanatçılardan, düşünürlere entellektüellerin kümelendiği, Sorbonne dahil 30'a yakın fakültenin bulunduğu bir aydınlanma merkezi olarak gelişmiş. Atalarımız at üstünde Trakya kapılarına dayandıklarında, adamlar Sorbonne'u kurmuşlar.

 İyi de yapmışlar. Sabah ayazında Pantheon'un çevresinde turalarken kahve ve ihtiyaç molası vermek için iyi bir mekan. Kargaların bile kahvaltısını yapmadığı bir saatte yollara düştüğümüzden, rüzgar kırbaç gibi suratımızda şaklıyor. Sığınmak için okulu kestiriyoruz gözümüze. Öğrenci kimliği olmadan girebilecekmiyiz endişesi ile yanaşıyoruz. O da ne? Kapı ardına kadar açık. Ne polis var ne de kimlik soran suratsız güvenlik. Yine de çekine çekine küçük taş avlusuna sızıyoruz. Ortaçağdan beri pek bir değişikliğe uğramamış görünüyor. Avluda öğrenciler sigara tüttürüyorlar. Ben hâlâ güvenlik olacağı düşüncesiyle tereddüt ederken, babam kapıdan içeri dalıveriyor. Ohhh sıcacık. Dar ve hafif loş koridorlar. Bir yerlerden yemek kokusu geliyor. Kokuyu takip ederek kafeteryayı buluyoruz. Üst üste kaaveleri yuvarlıyoruz. o sırada öğrenciler gelmeye başlıyor. Babam duvardaki ders çizelgelerini incelemekte. Bir yandan da bana soruyor ama tam çıkaramıyorum. Sor diye tutturuyor. Yanımıza yaklaşan bir öğrenciyi tutsak alıyorum. Babam soruyor çocuk İngilizce'ye çeviriyor. Bu Fransızlara hakkatten bir şeyler olmuş. Çocuk hiç sıkılmadan çizelgedeki derslerin adlarını tercüme etti. Babam sıcak yeri buldu ayrılmak istemiyor. Bir derse girelim dedi. "Baba ya deli misin, anlamayız etmeyiz, ne işimiz var derste". İçeride bir kaç öğrencinin çalıştığı bir sınıf bulup babamı sokuyorum. Bu kez de diğer katları görmek istiyor. Nihayet sürükleyerek babamı dışarı çıkarıyorum ama aklı orada kaldı biliyorum.

Nasıl kalmasın ki, önceleri yoksul öğrenciler için ilahiyat fakültesi olarak kurulan bu üniversiteler mahallesinden Abelard ve Heloise'den, Aquinalı Thomas'a, Ernest Hemingway'den  Ezra Pound'a kadar kimler gelmiş kimler geçmiş. Haliyle bölgede adını, o yıllarda eğitim dili olan Latince'den almış. Öğrenci mekanı olduğu için bölge harika kitapçılar ve ucuza karın doyurabileceğiniz brasserilerle dolu. Ucuz dediysek bol kepçe değil.  

Saint Michel Bulvarı'na çıkıyoruz. Picasso, Jack Kerouac, Allen Ginsberg'ın dolaştığı caddede yürüyoruz. Paris'in havaalanı genişliğindeki tüm caddeleri gibi Saint Micheal de asfalt osman (Baron Hausmann) tarafından yapılmış. abartmıyorum, cadde tamtamına 1380 m uzunluğunda, 30 m genişiliğinde.Fransızlar kısaca "Boul'Mich" diyorlar. E tabii bu caddeye yer açabilmek için de bir dolu sevimli sokakçıklar ve pasajlar yerle bir edilmiş. Sorbonne haricinde, Hotel de Cluny yani Ortaçağ Müzesi de burada bulunuyor. Niyetimiz Saint Michel'in kankisi Saint Germain'e uğrayıp, Jean Paul Sartre ve Albert Camus'dan hellâllik almak.Rimbaud ve Verlaine'nın hayaletiyle bir café creme içmek.

Yolda şöyle görkemli bir çeşmeye rast geldik: Saint Michel Çeşmesi. Eskiden Paris'li kızlar bu çeşmenin başında sevgililerini bekler, sevgilisi olmayanlar da güğümlerini birbirine vurarak boştayız mesajı verirlermiş. Ben de önüne geçip durdum ama pek gelen giden olmadı. Çeşmeden umudu kesip Saint Germain Bulvarı'na kırdık dümeni. Jardin du Luxembourg öncesi biraz kayıntı bulup, kahve içmek istiyoruz. 17. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar nehrin sol yakasındaki aristokrat, soylu aileler şatomsu evlerinde yaşarlarken, Honoré de Balzac ve Marcel Proust'ın romanlarında anlattığı yükselen burjuvazi ise sağ yakadaki Boulevard Saint-Honoré ve Champs-Élysées'yi tercih ediyor.

Amerika'daki içki yasağının edebiyatın yaratıcı damarlarını kestiği 1930larla birlikte cadde kasıntı havasından sıyrılmış. Buzlu suyla ilham perilerini yakalayamayan yazarlar, ressamlar Paris'e akın edip, fransız meslekdaşları ile birlikte bölgeye canlılık getirmişler. Saint Germain, bu caddedeki cafelere takılan Jean Paul Sartre ve Simone de Beauvoir gibi yazarlar nedeniyle varoluşçu akımın da merkezi olarak kabul ediliyor. İkinci Dünya savaşı sonrasında elini sallasan bir filozofa, müzisyene ya da yazara çarpıyor. Günümüzde ise bu canlılığa Armani'den Rykiel'e lüks mağazalar da renk katıyor.

O dönemden günümüze halen işletilmeye devam eden cafeler içinde en ünlüleri Les Deux Magots ve Café de Flore. Babam her gittiğimiz yerde kahve içmekten hoşnut değil, çay istiyor. Lakin bu memlekette doğru düzgün demleme çaya henüz rastlamadık. Karnımızı doyurmak için Café de Flore'da karar kılıyoruz.

Sartre'ın siparişlerini aldığını düşündürtecek kadar kır saçlı, sert görünümlü bir garson geliyor masamıza.Kahvemizi ve peynir ekmeğimizi ısmarlayıp caddeden geçenleri temaşa etmeye başlıyoruz. Babam temaşa halinden uyku haline geçiyor. Yüzümüze vuran güneş içimizi ısıttıkça bizim de içimiz geçiyor. Böyle saçlarım kabartılmış, kalın bir bantla bağlanmış, ayağımda fiyonklu babetler, topuklar iğne gibi sivri, etek desen dizüstü, kolda ufak bir çanta sallanıyor. Belgin Doruk Paris'te. Kırıta kırıta yürüyorum. Az sonra Jean Gabin ile buluşacağız. Öksürük sesiyle uyandım. Ak saçlı garson tepemde, yolcu yolunda gerek diyor bakışları. Hesabı ödeyip kalkıyoruz.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Quartier Latin demek istediniz sanırım :)