6 Mayıs 2010 Perşembe

The Bell-Çan

 İris Murdoch’ın 1958 yılında yayınlanan romanı "çan"ı, orjinal dilinde "the bell", Robinson Crusoe 389'un üst katında bitirmiştim.

Roman, Dora Greenfield’in gönülsüz de olsa, birtakım elyazmaları üstünde çalışan bıyıklı entel “macho macho man” kocası paul ile buluşmak üzere, yabancılar için küçük şirin nostaljik, yerlileri için bayıcı ve bunaltıcı, zamanın akmayıp durduğu ingiliz şehirlerinden birinde mukim, ihata duvarı bir anglikan manastırına dayalı İmber Court (imber köşkü diyelim biz)’a gelişiyle başlar.

Ruhban bir grubun yaşadığı köşk, geçmişi sübyancılıkla lekelenmiş, rahip olacakken kaderin taklasına gelmiş, eşcinsel michael meade’e aittir. Manastırın (ımber abbey) başrahibesi ile michael’ın birlikte kurup devam ettirdiği bir topluluktur bu ve yaşadıkları köşk de bir çeşit araf gibi manastır ile gerçek dünya arasındaki bir geçiş bölgesi; eli tefekkürde gözü oynaşta olanlar için tampon bölgedir. Ne öte dünyaya kendini hazır hisseden ne de bu dünyanın gerçekleriyle baş edebilen bu insanlar aracılığıyla yazar, ahlaki ve dini değerlerin insan doğasına uygunluğunu, uymadığı zaman uyumlaştırılması gerekip gerekmediğini sorgular.

Köşkte yaşayan herkesin (eşcinsel michael, bu konuda kimlik bunalımı mı yaşıyor diye şüphe ettiğim ve kendisinin de aynı eğilimi taşıdığını düşündüğüm nick, evli bir kadına aşık olan ve eşcinsellik konusunda kafası karışan toby, şehvet düşkünü koca Paul, kocayı aldatan kadın Dora, rahibe olmayı gönülsüzce kabullenen aşk ateşiyle yanan Catherine, kopan evlilik bağını uhrevi bir bağla düğümlemeye çalışan bay ve bayan Marks vs vs) kafası karışıktır, hayatı karışıktır (steril adam James Taper hariç).

Kitaba adını veren Çan’ın ne manaya geldiği konusunda ise, hem evde yaşayanların hem de okurun kafası karışıktır. çünkü biri gölün dibinde yatan, diğeri sipariş edilen olmak üzere iki çan mevcuttur. Paul’un karısına anlattığı hikayeden öğreniriz ki, eski çan, bir rahibenin aşık olup, gizli gizli aşığıyla buluştuğu suçlamalarını reddederek gölde intihar etmesiyle gölün dibini boylamıştır. efsaneye göre sesinin duyulması bir ölüme işarettir.

Sersem mi akıllı mı olduğunu kestiremediğim dora ile genç irisi Toby, Çan’ı gölün dibinden çıkararak bir faciaya yol açarlar. Çan’ın üstüne “ben aşkın sesiyim” kazınmıştır. Manidar değilmi? Çan belki de uhrevi aşk ile dünyevi aşk arasında kalan (michael ve catherine) insanların kendileriyle mücadelesinin sembolüdür.

Roman boyunca sık sık ikilem yaşayan, kafası karışan, bir yol, bir rahatlama, bir kurtuluş bulmaya çalışan iki karakterden biri dora diğeri michael’dır. Michael bu dünyaya ait tensel arzuların ve uhrevi aşkın aynı kaynaktan beslendiğini düşünür ama diğer yandan bu düşüncenin kendisini bir sapkın mı yaptığı, yoksa arzularını masumlaştırıp temize mi çektiği konusunda açmaza düşer. Doğuştan mümin, sarsılmaz yıkılmaz James karşısında, Michael arzularıyla olması gereken arasında sıkışmış dokunaklı bir karakter. Michael’ın, Nick’e duyduğu sevgiyi, özlemi, kırgınlığı, hayal kırıklığına uğratılmışlığı, arkadan hançerlenmişliği ve tüm bu duyguları nick’in hayali ile harmanladığı bir başkasında (Toby) sırasıyla dindirmek, temize çekmek ve susturmak isteği olağanüstü güzel bir sahne ile anlatılmış. "our actions are like ships which we may watch set out to sea, and not know when or with what cargo they will return to port".
O eve dönüş sahnesinden sonra ise laylaylom Toby’nin olan biteni, michael’i, kendi etik anlayışını sorgulaması başlar. İnsani zaaflar ile ahlaki kurallar arasında gidip gelir, karakterleri değerlendirirken kendinize de bir göz atarsınız ister istemez.

Yazıldığı yıla bakılırsa zamanında devrim yaratmış olsa gerek bu kitap. 50li yılların muhafazakâr (gerçi her daim muhafazakâr) ingilteresi'nde ahlak anlayışını sorgulamak, eşcinselliği sorgulamak her yiğidin harcı değildir.

2 yorum:

MsPiggy dedi ki...

Abla, EIB kredileri kıstı galiba:)))

Chat Noir dedi ki...

deli misin. güldür güldür akıtıyorlar. bunlar zuladakiler. ısıtıp koydum:)