5 Mayıs 2010 Çarşamba

İngiliz Mutfağı

İş yeriniz sağlı sollu kebapçıların sıralandığı bir caddenin, yine sağlı sollu market ve büfelerin sıralandığı bir başka caddeyle kesişim noktasındaysa, öğlen yemekleri için pek seçeneğiniz yok demektir. Kebap yemekten kuzulamaya başladığımı hissettiğimde ayaklarımı sürüye sürüye iş yerinin yemekhanesine giderim. Bizim aşçı daha önce İngiltere Parlamentosunda Lordlar Kamarası egzekütiv lancında şeflik yapmış olduğundan mütevellit, mönünün değişmeyen yemeği karnabahar ve patates çeşitlemeleridir. Şimdi burada yeri gelmişken içimi dökeyim. Bir mutfakları olmamasına rağmen yeme içme konusunda bir araba dolusu vecizeye sahip bir başka ulus var mıdır bilmiyorum. "eti tanrı, aşcıyı ise şeytan gönderir" diye bir atasözleri var örneğin. Mutfaklarının haline bakınca şeytanın adalılarla arasının iyi olmadığı belli oluyor. Zaten bu adamlar için yemek bir lüks, içmek ihtiyaçtır.

İngiliz mutfağının-hadi mutfaktan saydık diyelim- üç artı bir ana malzemesi vardır. Bunlar: et, yumurta,patates ve karnabahardır. Et diyince akla hemen nane soslu kuzu pirzolası ve meşhur biftekleri gelir. Gerçi gammon steak midir nedir domuz pirzolasına da bayılırlar. Yumurta ile yaptıkları en ilginç yemek ise omlettir. Patates deyince durmak lazım gelir. 

 Zira nasıl ki, yağmura bile yağış şekline göre kırk farklı isim vermişlerse, fakir yiyeceği olarak bilinen patatesin de 35 farklı türü vardır bu memlekette. Bu bağlamda, İrlanda sorununun tarihsel köklerinde patatesi bulmak bile mümkün. Bizim hamsinin suyunu çıkarmamız gibi, pattisten onlarca çeşit yemek yapabiliyorlar. Hatta damıtıp arıtıp bira ve viski yapmışlıkları dahi var. En meşhuru tabii ki artık yemeklerden kalan et parçalarının pattis püresi ile harmanlanması ile ortaya çıkan shepherd's pie. 

Yine de, istediğiniz kadar olmasa da ummadığınız kadar iyi yemek yiyebilirsiniz ingiltere'de. Türklerin, Yunanlıların, Hintlilerin, Çinlilerin ve Fransızların müteşebbüs ruhları sağolsun. Lakin bizim yemekhanede değil. Aşçı, Nuh'un ingiliz olduğuna kani olmuş bir kere.

Önümde pattis püreli etli bezelye, yanında karnabahar salatası olunca insanın canı bira istiyor. Ahçımız İngiliz hayranı olur da marketimiz Fransız olma mı? Eskiden kampüsün içinde küçük bir marketimiz vardı ve uçaklarda verilen şu küçük boy şarap ve biralardan satılırdı. Biz de şarap ya da bira artık hangisini canımız çekmişse marketten alır devasa kaave kupalarına doldurur, ya yemekhanede ya da ofiste çalışırken içerdik. Hey gidi gidi günler hey. Bira deyince de aklıma biraların kıralıçası Bass Ale geliyor. Kasalarca tüketirsin de ne miden kavrulur ne şişkinlik yapar. Yahu bu memlekette neden bir bira tekeli var. Efes ve Tuborg'dan gayrı gazsız güzellik neden yok. 

İngiliz maltı, aromatik şerbetçiotu ve mineraller bakımından zengin suyla demlendirilen Bass'ın yanık kavruk bir aroması, kızılımsı sarı kehribar bir rengi vardır. Dolgun biradır. Boğazınızdan kayarken hafiften yakar geçer. İçimine doyum olmaz.

1777 yılında William Bass ilk birahanesini Burton on Trent'te açtığında Bass Ale'in 200 yıllık bir geleneğe sahip olacağını düşünmemiştir herhalde. Napoleon'dan Buffalo Bill'e, Edgar Allen Poe'dan, Edouard Manet'e kadar edebiyat, siyaset ve sanatın en iyilerinin tercihi olmuş Bass. Reklamlarında kullanılan “reach for greatness” sloganı ile manzarayı tam yerine denk getirip koymuşlar yani. Derler ki, Napoleon’un Waterloo’dan sonraki ikinci hezimeti, Fransa’da bir Bass imalathanesi açma rüyasını gerçekleştirememesidir. Bu öyle bir biradır ki, Concorde’un ilk göklere salınışı merasiminde yaratıcı ekibi şampanyayı çok sıradan buldukları için, uçağı bir şişe Bass Ale ile kutsamıştır.

Titanic’in ilk ve ne yazık ki son seferini şereflendiren bira olmuş aynı zamanda. Bass’ın 500 kasası Atlantik’in serin sularına gömülü yatıyor. Olur da birgün Atlantik’te seyrederseniz, geçtiğiniz yeri deniz diyerek geçme, tanı, düşün altında yatan 500 kasa bass’ı. Onlar şimdiye Petrus kıymetine erişmişlerdir. Adamların o kadar güzel bira reklamları olurdu ki, hepsi birer kısa film gibiydi. Neyse....

Şimdi ofiste yapabildiğim tek şey çaycının berbat mamullerini sütle içilebilir hale getirmek. Diyeceksiniz ki, caaanım çaya süt mü dökülür. Elbet dökülmez, zinhar! Lakin herif çay değil bulaşık suyu dağıtıyor. Tahmin edeceğiniz üzere bu iğrenç buluş da İngilizlere ait.

Çayın sorunu başlangıçta oldukça iyi bir içki olmasıydı. Dolayısıyla bir grup en ünlü britanyalı bilim adamı kafa kafaya verdiler ve onu berbat etmenin bir yolunu bulmak için biyolojik deneyler yaptılar. Britanya biliminin ebedi zaferinin sonucu olarak çalışmaları meyve verdi. Çayı, sade ya da limonlu ya da rom ya da şekerle içmeyecekseniz, içine bir parça şekersiz soğuk süt dökersiniz arzulanan nesneyi elde edebilirsiniz.

Bir kez bu canlandırıcı, aromatik doğu içkisi, başarıyla renksiz ve tatsız bir gargara suyuna dönüştükten sonra, bir anda Büyük Britanya ve İrlanda'nın ulusal içkisi haline geliverdi. Hâlâ da çayın güzel adını elinde tutuyor, daha doğrusu gasp etmiş bulunuyorlar.

Şimdi şöyle demli bir çay, yanına da dondurmalı kazandibi olsa da yesek.. 

3 yorum:

MsPiggy dedi ki...

çatlayana kadar yememiş olsam bi koşu gidip kazandibi alırdım şimdi...
yalnız ofisde süper çay demliyoruz övünmek gibi olmasın:) süt ile tecavüz de etmiyoruz çaya, bekleriz:)

Chat Noir dedi ki...

güzel bir demli çay olmadan verimli çalışılamıyor:) böyle hayale daldırıp blog yazdırtıyor işte. sizin patron işini biliyormuş:)

MsPiggy dedi ki...

valla sabah bir posta filtre kahve (genelde ben geç geldiğim için mis gibi kahve kokuları ile karşılıyor ofis beni) ve öğlen yemekten sonra da tavşan kanı çay...
kafein koması:P