3 Mayıs 2010 Pazartesi

La Historia Oficial-Resmi Tarih

"La Historia Oficial" (Resmi Tarih)1985 yapımı bir Arjantin filmi. Yönetmeni Luis Puenzo'nun ki, o zamanlar henüz 39 yaşındadır, ilk uzun metraj tecrübesidir. Film sadece iyi bir film değil. "Z" ve "Missing" ile birlikte politik sinemanın en iyi örneklerinden sayılıyor. Konusu her ne kadar 1980 başlarında Arjantin'de geçiyor olsa da, temel insan ve insanca yaşama hakları zaman zaman ellerinden alınan, demokrasisi askeri darbelerle kesintiye uğrayan bütün toplumların ortak yarasını deşeliyor.

Siyasi tarihi bizimki ile örtüşen, sözde demokratik geleneği istikrârlı bir biçimde sol karşıtı askeri darbelerle zedelenen Arjantin'de, "Kirli Savaş" olarak adlandırılan cunta dönemi idaresi sırasıda 30 bin kişi ortadan kaybolur. Binlerce insan işkence görür. Gözaltına alınan ve öldürülen insanların çocukları ve bebeklerine el konur; askerler ya da rejim yanlısı ailelere evlatlık olarak verilirler. Bu kayıp çocukların bulunması için, Buenos Aires'in "Plaza del Mayo" meydanında gösteri yapan kadınlar, Mayıs Meydanı Anneleri olarak bilinirler (bizdeki muadili de Cumartesi Anneleri). Başlarına taktıkları beyaz eşarpları, bugün artık bir dernek olan "Madres de la Plaza del Mayo"nun simgesi haline gelmiştir.
1976 yılındaki darbeyi yapan General Jorge Rafael Videla, 1973'deki serbest seçimlerden sonra devlet başkanı olan Isabel Peron tarafından Genel Kurmay Başkanı olarak atanır. Ama işte huylu huyundan vazgeçmiyor. Peronist direnişi yeniden canlandırmaya çalışan sol örgütler, gerilla grupları, sendikalar ve bunlara destek veren herkese karşı açık bir insan avı başlar. Ne acıdır ki Peron kendi eliyle, kendi fikirlerini destekleyen insanları yok saydığına dair bir karara imza atar.
24 Mart 1976'da ordunun yönetime el koymasıyla Isabel Peron devlet başkanlığından uzaklaştırılır. Videla (kan kardeşi Orgeneral Kenan Evren oluyor), ekürüsü General Orlando Ramon Agosti (Türkçe meali orgeneral Nurettin Ersin) ve Amiral Emilio Massera'yla (Türkçe meali oramiral Nejat Tümer) birlikte oluşturduğu üç kişilik bir askeri cuntanın başı olarak devlet başkanlığını üstlenir. Ülkede düzen yeniden kurulduktan sonra sivil yönetime geçileceğini açıklar. Ulusal Kongre'nin çalışmalarını durdurur ve yasama yetkilerini dokuz kişiden oluşan bir askeri komisyona devreder (yine dilimizdeki meali Milli Güvenlik Konseyi). Mahkemelerin, siyasi partilerin ve sendikaların çalışmaları durdurulur; bütün önemli görevlere subaylar atanır. Videla, bundan sonra ekonominin canlanması amacıyla Peronizm'in düzenlemelerine son vererek serbest pazar ekonomisini güçlendiren önlemler alır. Videla, gazeteci ve öğretim görevlisi gibi aydınlara yönelik tutuklamaları sürdürür. 1981'de görevden çekilerek yerini General Roberto Viola'ya bırakır.

1983'te sivil yönetime geçilmesinin ardından Videla ve Massera cinayet suçundan yargılanarak 1985'te ömür boyu hapis cezasına mahkum edildilerse de, 1990'da Carlos Menem tarafından çıkarılan afla serbest bırakılırlar. 1998'de, Videla iktidarı sırasında gözaltında kaybolanlar nedeniyle yeniden suçlu bulunur ve 28 gün hapiste kaldıktan sonra sağlık gerekçeleriyle cezası ev hapsine çevrilir. Az da olsa adalet bir şekilde tecelli etmiş elin Arjantininde.
Film "Kirli Savaş"ın hüküm sürdüğü yılları anlatır. Orta sınıf çekirdek bir burjuva ailesi, korunaklı, imrenilecek yuvalarında dışardaki gerçeklikle hiç alâkası olmayan toz pembe bir hayat sürmektedirler. İşbitirici/işbirlikçi işleri tıkırında giden, iyi giyinen, ailesiyle ilgili, muhafazakâr, düzen yanlısı ve doğal olarak solculara karşı bir koca (Roberto), kocasının ve kocanın inandığı ve sürmesini desteklediği düzenin penceresinden dünyayı gören -ironik bir biçimde tarih öğretmeni olan- kısır bir kadın (Alicia) ve belki de işkencede, göz altında öldürülen, kayıp ilan edilmiş siyasilerden birinini çocuğu olması pek muhtemel evlat edinilmiş bir kız çocuğu (Gaby).

Bir gün sokağın sesi, sokaktan yükselen isyan bu mutlu ailenin temellerini sarsmaya başlar. Alicia'nın şüpheleri, uyanışı, gerçeği arama inadı ailenin sonunun başlangıcı olur. Alicia da nüfun sesszi çoğunluğu gibi öldürülenler, tutuklananlar ve gözaltında kaybolanların sayısı hakkında bir şey bilmemektedir. Ya da bilmemeyi tercih etmektedir.
İlk uyanışı, öğrencileri sayesinde olur. Fakir fukara semtlerinden gelen ve aileleri darbenin çemberinden geçmiş çocuklar kitaplarda okutulan "resmi tarih"e isyan ederler. Avrupa'da uzun yıllar sürgünde yaşadıktan sonra ülkesine dönen arkadaşı ile yapmış olduğu konuşmalar da, Alicia'nın ülkesinde olup bitenler hakkında düşünmesine neden olur. Gerçeği arayış, belki de kızının gerçek kimliğini de ortaya çıkaracaktır.

Film oyunculuğundan, senaryosuna, yönetimine kadar bence mükemmel. Gösterişli sahneler yok, klişe, beylik laflar yok. Sakin sakin başlar, huzursuzluğun dozu giderek artar ve gerçeğin dehşeti usulca gözler önüne serilir.

Ben filmi 21 sene önce izledim. Yüzbinlerce hayata mal olmuş, bir o kadarının hayatını karartmış 3 darbe görmüş bir ülke olarak, neden biz yaşadıklarımızı böyle ustalıkla, kolayına kaçmadan, basitleştirmeden anlatacak bir yönetmen yetiştirememişiz, o karı kocanın rollerinin altından kalkacak, rol paralamayan oyunculara sahip olamamışız, neden çatısı sağlam çatılmış güçlü senaryolar yazacak adamlar çıkaramamışız diye düşünmüştüm izlerken.

1980 darbesi sonrasında kurulan askeri yönetim sırasında- ki daha sonra sivil hayata geçilse de tutuklamalar, fişlemeler ve işkenceler devam etmiştir- 650 bin kişi gözaltına alındı, 2 milyona yakın insan fişlendi, 30 bin kişi 1402'lik olup işten atıldı, işkenceden öldüğü belgelenen kişilerin sayısı 171, arabadan yuvarlanan, pencereden itilenlerin sayısını bilmiyoruz. 23 bin dernek kapatıldı. Yüzlerce gazeteci hüküm giydi, saldırıya uğradı, içlerinde öldürülenler oldu. Yüzlerce insan cezaevlerinde hayatını kaybetti. Yapılanların haddi hesabı yok. Hiç kimse bunun faşist bir darbe ve içinde sol geçen her şeyi yok etmeye yönelik olduğu gerçeğini inkâr edemez. Ne acıdır ki, Rıza Pehlevi'den yaka silkip Humeyni'ye sarılan, sonradan kafalarını taşa vuran İran halkı gibi, bizler de askerin gelmesini sevinçle karşıladık. İnsanların can güvenliği yoktu, her akşam pencere önünde bekleşilir, çocuk/koca yolun başında görününce tutulmuş nefesler bırakılırdı. Makinalı sesleri bölerdi uykularımızı. Darbe oldu, sokakta ses kesildi. Herkes bir oh çekti. Hayatlarına devam edebileceklerini sandılar. Sıradan, kendi işinde gücünde olan insanlara neden dokunsunlardı.

Bu kez terör rüzgarı devlet eliyle esti. Örgüt üyesi oldukları için tutuklananları, işkence görenleri, öldürülenleri ve idam edilenleri zatı muhteremin dediği gibi asmayıp da besleyecek miydik. Ama darbenin eli sıradan insanların hayatına da müdahale edince insanlar düşünmeye başladı. İş yerinde kendisine gıcık olan bir meslekdaşı komünisttir diye jurnalleyince mühendisliğinden, öğretmenliğinden, müfettişliğinden, doktorluğundan olan binlerce baba inşaatlarda çimento torbası taşıdı, karanfil sokakta atkı eldiven, ıvır zıvır süs eşyaları sattı. Kahrından kederinden hastalanıp ölenler oldu. Bu adamların kadınları da işten atıldılar. Sırf, Cumhuriyet Gazetesi taşıdığı için dolmuştan indirilip gözaltında tutulanlar oldu.

78'lilerin, 68'liler gibi kahramanları olmadı. Onlara sadece askeri şiddet değil, entellektüel şiddet de uygulandı. Hatta öyle şeyler oldu ki, yıllar sonra bazı "solcu" yazarlar çıkıp, 68'lileri naif bulduklarını, 78'lilerin ise hiç de şık olmadığını beyan ettiler. Açıkca sığ dediler canım (çünkü hangi şarap hangi yemekle gider bilmiyorlardı). O tipler de, ya çok satan yazar, ya 14 numara yönetmen ya da kristal elmalı reklamcılar oldular. Ama bir allahın kulu çıkıp o yıllarda neler olup bittiğini anlatan derli toplu bir film çekmedi.
Derken yıllar sonra "Bu Kalp Seni Unutur mu" adlı bir dizi çıktı. Eli yüzü düzgün başladı. Dönem filmi çekmek ille de araba modellerini, kıyafetleri, mobilyaları tutturmak mıdır? Başarısı bununla mı ölçülür?  Anlattıkları yılların hatrına, çakma Meg Ryanlı yeteneksiz oyuncularını bile sineye çektik. İlle de Turgut Özal'a, Mesut Yılmaz'a benzeyen adamları bulup oynatınca mı gerçeğe yaklaşılmış oluyor. Cüneyt Arcayürek'in Ku-De-Ta" kitabında hayali bir adada yapılan darbe anlatılır ama bal gibi 80 darbesidir anlatılan.

Benzer oyuncuların ya da gerçek kişilere benzetilmeye çalışılan oyuncuların kullanılması, resimli tarih dersine çeviriyor diziyi. Bir zamanlar Erol Keskin'İn sunduğu bir drama-tarih programı vardı televizyonda. Erol Keskin, "Lord Curzon ile İsmet Paşa Lozan'da karşı karşıya geldiklerinde..." diye başladığında, İsmet paşa rolünde rahmetli Savaş Dinçel masa başında Lord Curzon'u canlandıran oyuncu ile konuşurken, sesler duyulmaz olur, sahneyi yine Erol Keskin alırdı.

Dizinin sanatsal derinliği bu tarih programını geçememiş görünüyor. Ayrıca sağ kesimin gariban, soğan domates yiyen; sol düşünceli insanların da zengin zebildek, masalarından şarap eksilmeyen kişiler olarak betimlenmesi, dizide reklamcılığa devrimcilikten yatay geçiş yapan(lümpen)ların solcu gibi gösterilmesi, bu arada yalancıktan "kürtlere de yazık oldu" gazı verilmesi, o insanların yapmaya çalıştıklarının karikatürize edilerek; türkü dinleyen, iştahlansa da kadına bacı diyen, pos bıyıklı tiplemelerin yaratılması 78'lilere yapılan bir ayıp, o yıllarda o acıları çeken ve çekenlere tanıklık edenlerin anılarına ihanettir.

Bizzat sofrasında kuş sütü eksik olmayan, sayfiye evlerinde oynaşan güya aydın kesimler, selimler, yalçınlar tarafından o kaba saba kavruk bulunan gençler yerden yere vuruldu. Onları karalamak lekelemek için verilen çabanın onda biri darbeyi yapan yönetimle hesaplaşmak için harcanmadı. İşte bu dizide harcanmadığının en güzel ispatı. Hele son bölümlerinde hepten aşk meşk işlerine daldırdılar senaryoyu. E tabii, kendi foyalarını kendi elleriyle ortaya çıkaracak değiller. İnsanın hem kendi geçmişi ile hem de tarihi ile yüzleşmesi ... ister. Bi de rayting getirmiyor naaparsın.

Hiç yorum yok: