3 Mayıs 2010 Pazartesi

The Chariots of Fire - Ateş Arabaları

Aileden bir büyüğün refakâti olmadan gittiğim ilk film. Yok, ilki "Şampiyon" idi . Bir vakitler bir Akün Sineması vardı, bir de Arı Sineması. Şimdi ilki Devlet Tiyatrolarının sahnesi oldu, ikincisi TRT tarafından ilhâk edildi. Ha, bir de Batı Sineması vardı Bakanlıklar'da ki, onu da devirdiler. Orada da "Moonwalker"ı izlemiştim. Babam sinemanın tahliye yolunu beğenmediği için Batı'ya gitmem yasaktı. Brave Heart'ın Ankara'daki gösterimi burada yapılmıştı. Zaten sonradan adı breyvhart sineması kaldı, zîra film bir sene boyunca hiç inmedi. Hatta derler ki breyvhart kendi kendine oynarmış hâlâ. Esnaf akşamları dükkanı kaparken birinin firidıııııııım diye bağırdığını duyduklarını söyler. Neyse işte, hepi topu 3 sinema salonu vardı ve filmler öyle şimdiki gibi haftada bir değişmezdi. Tek salon tek kopya olduğu için en az bir ay gösterimde kalırdı. Bak şimdi aklıma takıldı. Yıllar öncesinin çok gişe yapmış filmleriyle, şimdinin gişe rekortmenlerini kıyaslayıp, tüm zamanların en çok izlenen en çok hasılat yapan filmi etiketini yapıştırıveriyorlar. Bu nasıl matematiktir. Eskiden tek salonda tek kopya gösterilirken, şimdi onlarca sinemada onlarca salonda onlarca kopya gösteriliyor. Girizgâh başka bir yazının konusu olmaya dönüşmeden ben sadede geleyim. 
Bu anlı şanlı devasa salonların aksine küçük bir sinema salonu açıldı Maltepe'de. Evet yani sadece pavyonları ile ünlü değildir bu semtimiz. Eti Sanat Merkezi idi adı ve Ankara'nın entel tayfasının vazgeçilmez mekanı oldu bir süre sonra. "Narayama'nın Türküsü", "Ayı", "Fanny And Alexander", "An Officer and a Gentleman", "Victor/Victoria" bu küçük salonda oynadı. Sadece sezonluk filmleri göstermekle kalmaz, bir de yönetmen haftaları düzenler, artık sinema klasikleri arasına girmiş filmleri de getirerek benim gibi sinema hastalarının içini serinletirdi. Böyle seçme filmler getiren sahibine şükranlarımı sunuyorum. Yıllarca gideceğim bu salonda izlediğim ilk film ise "The Chariots of Fire" idi. Eric von bilmemkimin üfürükten Tanrıların Arabaları ile karıştırmayınız.
1981 yapımı, senaryosunu Colin Welland'ın yazdığı, Hugh Hudson'ın yönettiği ve en iyi müzik, en iyi senaryo ve en iyi film dallarında Oscar alan bu filme büyüklüğünü, basit, sıradan bir konuyu ele alarak, insan zaafları, ilkeleri, inançları, güçlü yanları, zayıflıkları; kısaca doğası hakkında çarpıcı açıklamalarda bulunması kazandırıyor. Film, İskoçya'nın küçük bir sahil kasabası olan St . Andrews'ın kumsalında antreman yapan atletler ile açılır. "Kwai Köprüsü" gibi insanın diline pelesenk olan, yıllarca beyninden silemediği, ilahi bir kaynaktan iniyormuş hissi uyandıran Vangelis’e ait müzik önce derinden duyulmaya başlar. Atletler yaklaştıkça müzik güçlenir. Film boyunca hikayelerini öğreneceğimiz adamlar bir bir önümüzden geçer. Sporun bir endüstri değil, gerçek ve saf anlamda spor; ahlak, adanmışlık, cesaret, sorumluluk, onur mücadelesi olduğu, kazanmanın  daha insani sebeplerinin bulunduğu bir dönemdir bu.

Kumsalda koşmak deyince akla gelen, bizim dönemin erkeklerinin ergen rüyalarının box-office rekortmeni olan  iki sahne vardı: ilki Müjde Ar'ın Fuar Kolonyası reklamında dalgaların arasından Boticelli Venüsü gibi çıkarak hoplata hoplata koşmasıydı. İkincisi de "Sahil Güvenlik" dizisinde Pamela Anderson'un kumsaldaki meme şovu. Bu atletler ne Pamela Anderson gibi büyük memeli kadınlar, ne de Hugh Jackson gibi kas yığını adamlar.(Hüü diye erkek ismimi olur ya. Hiç bir insan evladına verilmemesi gereken bir isim. Dudaklarını büzerek, birinin kulağına üfler gibi hüüü diyorsun) Her birinin yüzüne yansıyan duyguların-kararlılık, neşe ve endişe- resmi geçidi sanki bu koşu.

Çocukken BBC Dramalarını seviyorsanız, sevinçten insanın kalbini durduracak aktörler var bi kere bu filmde. Ian Charleson, Ian Holm, Nigel Havers ve Ben Cross. Bu filmden sonra çekilmiş olmasına rağmen, filmden önce TRT'de gösterilen ve bizdeki adı "Şahika" olan bir BBC dizisi vardı. Belki hatırlayanlarınız vardır. İdealist, okuldan yeni mezun, iskoç genç bir doktor şark hizmetini yapmak üzere yiğidin harman olduğu bir İskoç kasabasına mecburi göreve gönderilir. Trençkotu (valla İngilizler olmasa bu trençkotu nerden bilecektik biz) ve fötr şapkasıyla bir adam şafak vakti bir tepeyi tırmanmaktadır. Bu adam Ben Cross'tan başkası değildir. Benim hatırladığım daha ortada "Dallas" falan yokken bu dizi ortalığı kasıp kavuruyordu. O vakitler bir de ailesini arayan "Jacques" adlı bir çocuğun hikayesinin anlatıldığı bir dizi vardı. Ne güzel diziler filmler oynarmış eskiden. Neyse konuyu dağıtmayayım.

Konumuza dönecek olursak, film İngiltere’deki sınıf ayrımını, bu sınıflararası çekişmede kabul görmeyen, saygınlıklarını koşarak ispatlayacaklarına inanan, Litvanyalı bir yahudi olan Harold Abrahams (Ben Cross) ile İskoçyalı bir misyoner Eric Riddle (Ian Charleson)'ın yaşamla baş etme şeklini, hayata karşı duruşlarını anlatıyor. Ama sadece bunu da anlatmıyor. Duygusal anatomi diye bir ders olsa, bu filmi derste örnek çalışma olarak gösterirler. Acı, yenilgi, zafer, stres, mutluluk karşısında insan yüzünün alabileceği ifadeleri öylesine bir keskinlikle veriyor ki, seyredenin de duyguları şaha kalkıyor. Kazanmaktan öte kazanmanın filmin kahramanı olan iki adama ne ifade ettiği önemli. Biri tanrının kendisini hızlı yaratarak onurlandırdığına inandığı için, tanrıyı onurlandırmak adına koşarken, diğeri sınıfsal ayırımda dışarda bırakılan yahudi toplumunun bir üyesi olduğu için, saygınlığını ispat etmek, kendini ikiyüzlü bulduğu topluma kabul ettirmek için (sadece atletizmde değil, okulda ve okul dışı her faaliyetinde kazanmayı amaç edinen biri) koşuyor. O nedenle de filmin yarış sahneleri çok etkileyici.

Filmlerde genellikle yarışların, maçların sonucu önemlidir, neticeye odaklıdır. Bu filmde her bir oyuncu için o yarışın ne anlam taşıdığı önemli.

Her atletin ortaya koyduğu azim, enerji ve mücadeleyi izlerken kazanma ya da kaybetmelerinin onlar için ne ifade edeceğini düşünürken buluyorsunuz kendinizi, çünkü o adamlar da bunu düşünüyor. Çünkü sadece kazanmak için koşmuyorlar, kazanmak istemelerinin bir  nedeni var. Filmin benim için en etkileyici sahnelerinden biri, Harold Abrahams’ın (Ben Cross), 100 metre’de iskoç Eric Riddlle’e (Ian Charleson) yenildikten sonra, sanki her geriye sarış ve düşünüşte sonucu değiştirebilecekmiş gibi, her saliseyi kırka bölerek yarışı tekrar ve tekrar başa alarak yaşaması idi. Bir başka kuvvetli sahne de, inancı gereği pazar günü yarışmayı reddeden Eric Riddlle’in, geleceğin kralı galler prensi ve olimpiyat komitesinin üyeleri olan ingiliz lordları tarafından vatanseverlik mavralarıyla kibarca tehdit edilerek ikna edilmeye çalışılmasıydı.

Ayrıca belirtmeden geçmeyeyim, adamlar hem oyuncu hem de birer atlet olarak son derece inandırıcılar. Konusunu ayrıntılarıyla anlatmayacağım. Sadece son söz olarak şunu söyleyebilirim. Oyuncuların canlandırdıkları ana karakterler gerçekte var olan ve 1924 Paris Olimpiyatlarında yarışmış, altın madalya kazanmış sporcular. Gerçekle ve kurguyla harmanlanmış, dokunaklı, etkileyici, yıllar içinde tekrar tekrar izlenebilecek, insana huzur veren, oturduğu yerden dingin bir ruh haliyle kaldıran bir film.

2 yorum:

MsPiggy dedi ki...

hakkaten breyvhart 1 seneden fazla oynamıştı Batı'da!!! ve ben de o bir senenin sonuna doğru izleyebilmiştim:) ayrıca ben de moonwalker'i orda izlemiştim. sanırım ortaokulda falandım.

ps: senin kalemin ne kuvvetliymiş, kopup gidiyorum resmen okurken... simdi mecburen bu filmi de izliycem...

Chat Noir dedi ki...

benim zaman içinde durup durup izlediğim bir filmdir. ezberlememe rağmen hâlâ aynı zevki alıyorum. Godfather gibi:)