29 Nisan 2010 Perşembe

The Waldorf=Astoria

Üniversite tercih formunu doldururken, kaçımız hayatta ne yapmak istediğimizi bilerek yaptık seçimlerimizi. Hayata dair hiç bir öngörüsü olmayan, okulu bitirip bir işe girinceye ya da askere gidinceye kadar da ne olup bittiğini anlayamayacak, aile tartışmalarında söz hakkı kısıtlı, sürekli susturulmuş, toplum içinde kaş göz işaretleri ile  yönetilmiş bir çocuktan 16 yaşına geldiğinde birdenbire geleceğini şekillendirecek hayati önemi haiz bir kararı vermesini beklemek çok saçma. Bu saçmalığın mutlu bir nesil yaratmadığı da ortada. Ben itiraf etmeliyim ki bilinçsizdim. Formu doldurduğum ana kadar ne yapmak istediğime ilişkin en ufak bir fikrim yoktu. Çocukken bize okutulan dünya klasikleri 18. ve 19. yy Avrupa’sının toplumsal ve kültürel hayatını ve o dönemin toplumsal değerlerinin şekillendirdiği bireyin mücadelesini anlatıyordu. Yani diyeceğim o ki, fabrikalarda canları çıkan paryaları dışarıda bırakırsak, toplumsal hayatta ahırdaki atlarla, evdeki uşaktan daha hallice bir statüye sahip kadınlara biçilen yegâne uğraş ev hanımlığı, mürebbiyelik ve ebelikti.

Bu yazının konusu 19. yüzyıl edebiyatında kadının yeri değil, baştan uyarayım. Hadi o yüzyılda erkekler örümcek kafalı, kadınlar cahildi. Sanki 20.yy çok mu parlak kariyer yollarında yürüttü kadınları. 90lı yılların sonlarına kadar ABD ve Avrupa ülkelerinde kadınlar her sektörde aynı işi yapan erkeklerden daha düşük ücretlendirildiler. Hiç olmazsa bir konuda muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak ne kelime, delip geçmişiz.Geçen yüzyılın başında kadınların yapmasına izin verilen meslekler bir önceki yüzyıllardakine ek olarak hemşirelik, sekreterlik ve dadılık oldu. Kadınların geri hizmetlerde çalışmaları uygun görülürken, bir çok ülke parlamentosunda bir kadının esas yerinin annelik ve karılık olduğuna dair ateşli tartışmalar yapıldı. Haliyle seksenlere geldiğimizde kadının toplumdaki yerine ilişkin algıda büyük bir değişiklik olsa da, geleneksel düşüncenin izleri yine çocuk kitaplarında, çizgi filmlerde görülmeye devam etti. Anlatmaya çalıştığım şeyin feminizmle ilgisi yok, bazılarınız hemen ellerini ovuşturmaya başlamasın. Mimariden bahsedeceğim, girizgâh başka bir yazıya doğru yelken açtı gidiyor. İlkokulda hatırlarsınız karne aldığımızda en baba ineklere lacivert renkli kenar süsleri olan takdirname, buzağılara ise kırmızı kenar süslü teşekkür verilirdi. İsteğe göre gönlü zengin bazı öğretmenlerin  kitap hediye ettiği de olurdu. Benim öğretmenimden aldığım ilk kitap “Beyaz Melek”ti. Severek okumuştum ve beni çok etkilemişti. Adında da tahmin edeceğiniz üzere beyaz melek bir hemşireydi! Neden doktor olmadığına hiç takılmamıştım doğrusu, çünkü yakışıklı doktoru kapmış olması benim için daha önemliymiş demek ki. Sonra yine ilkokuldayken kendimden geçerek izlediğim “Şeker Kız Candy”, Terry’i o şırfıntı tiyatrocu kıza kaptırdıktan sonra hemşire olmuş, sahra hastanelerinde çalışmıştı. Şeker Kız da gaydalı prens Albert ile mutlu sona ermişti. O nedenle ben ilk sekiz sene hemşire olacağımı düşünüyordum. Ne de olsa ucunda zengin ve yakışıklı erkekler vardı.

Sonra bir gün bir film izledim hayatım değişti. Yanlış hatırlamıyorsam “Kaderden Kaçılmaz” adıyla oynamıştı. Baş rollerinde Kirk Douglas ve Kim Novak’ın olduğu filmde Kirk Douglas bir mimarı oynuyordu. Filmden aklımda kalan tek şey adamın söylediği “güzel bir resme bakıp geçersin, güzel bir müziği dinlersin biter ama bir evde yaşarsın” sözüydü. Aman bu laf beni bir etkiledi bir etkiledi ve mimar olmaya karar verdim. Artık mesleğimi bulmuştum. Soranlara mimarlık yazacağım diyordum. Sadece bununla da kalmadım; zaten aval aval evdi, apartmandı, oteldi, köprüydü seyretmeye bayılırdım, kim yapmış, ne zaman yapmış, hangi tarzda yapılmış diye araştırmaya okumaya da başladım. Diyeceksiniz ki, olabildin mi? Yooo, siyaset bilimi okudum. Çünkü sınava az bir süre kala hayatımı değiştiren bir başka şey oldu. İşin aslı ben maymun iştahlıyım galiba. Neyse, mimarlık okumasam da mimariye olan ilgim her zaman devam etti. Yazının konusu ben çok etkileyen yapılardan biri olan "Waldorf=Astoria Oteli".

New York City'nin ender zarif binalarından birisidir. "Park Avenue" ile "Lexington Avenue" arasında boylu boyunca uzanmış yatan güzeller güzeli bu bina, binlerce işsizin gazete kağıdı serili kaldırımlarda yattığı büyük ekonomik buhranın göbeğinde açılmıştır. O yıllarda kapısında içeri hiç bir siyah Amerikan vatandaşı konuk olarak giremediği gibi, siyahlar garson, kat hizmetlisi, çamaşırcı, kapıcı olarak dahi çalıştırılmamıştır.

Bu otelin temelini oluşturan orjinal Waldorf ve Astoria otellerini yaptıran ve Amerika’nın en zengin adamı olarak bilenen John Jakob Astor'un büyük torunları William Waldorf Astor ve John Jacob Astor IV dür. Dede Astor önce kürk ticaretinden kazandığı paraları, bir deniz nakliyat şirketi kurarak daha da artırmış, o da yetmemiş kariyerine emlâkçı olarak devam ederek devasa bir servetin sahibi olmuştur. İş hayatında acımasızlığı ile tanınan bu adamın, göçmenlere uzun vadede kiraladığı binalar, arsalar kiralama döneminin sonundaki kirasıyla birlikte gelişmiş mamur bir şekilde Astor ailesine geri dönmüştür. Torunlar da cin fikirlilikte dedelerine çekmişlerdir. Ne demişler; şabı dövmekle olmaz şeker, cinsine tükürdüğüm cinsine çeker.

William Waldorf Astor, asabi, kibirli, soyluluk düşkünü, şımarık bir heriftir. Karısının mı halasının mı “Mrs Astor” olarak anılması gerektiği hususunda gereksiz bir inatlaşmaya girer ve bu yüzden halasına komşu olduğu için dedesinden kalan evde yaşamaktansa, yaşlı kadını deli etmek için yıkıp, otel yaptırmaya karar verir. Fakat daha otel tamamlanmadan "Amerika'nın artık bir centilmenin yaşayamayacağı bir yer olduğu" kanaatiyle, tasını tarağını ve bankadaki parasını toplayarak İngiltere’ye göç etmişti bile. Hissedarı olduğu bir İngiliz gazetesinin nüfuzunu kullanarak kontluk ünvanı kapar ve hayatı boyunca Amerika'daki servetinden yer. Otelini hayatı boyunca bir kez görmüştür. Waldorf Oteli 1893 yılında, 5. Cadde ile 33. Sokağın kesiştiği yerde, halasının malikanesinin dibinde, 13 katlı 450 odalı dünyanın en lüks oteli  olarak yükselir. Sabah güneşi kesilen ve devasa bir binanın gölgesinde kalan evinde huzuru kalmayan Caroline Hala, sefil yeğenin ardından Waldorf’a taşınmayı düşünmektedir. William’ın İngiliz soylularının arasına katılmasıyla aile soyadını taşımaya hak kazanan oğlu Jacop Astor IV, halasını Bahçeşehir/Manhattan’a taşınmaya ikna eder ve evi aynı  müteahhide verip, yerine 16 katlı Astoria Otelini yaptırır. Evet yanlışlık yok, böyle bir sidik yarışında son yapılanın diğerinden 4 kat uzun olması normal değil mi?

İkinci torun Jakop Astor IV'ün muhteşem servetinin dışında kendisini manşetlere taşıyan olay, Titanic yolcularından biri olmasıdır. Bu şımarık beyzade, geminin can yeleklerinden birini, 19 yaşındaki karısına içinde ne olduğunu göstermek için parçalamış sonra da üçün birini almıştır. Yalnızca kadınlara ve çocuklara ayrılan cankurtaran sandallarına binmeyi reddetmiş ve geminin güvertesinde gözlerden kaybolmuştur. Daha sonra bulunan cesedinin cebinden 4000 doların üstünde para çıkması, sandallardan birine binebilmek için başarısız bir rüşvet denemesinde bulunduğu yönünde rivayetlerin çıkmasına neden olmuştur.
Her iki bina da mimar Henry Hardenberg tarafından, görkemli dış cephesi, süslü ve muazzam salonları, duvar işlemeleri ile barok tarzda tasarlanır ve 1897de aile birliği sağlanır. İki oteli birbirine bağlayan koridor o kadar ünlü olur ki, otelin adı “Waldorf=Astoria” olarak yazılır. Ne var ki, Waldorf=Astoria “Empire State Building”e yer açılsın diye gümbür gümbür yıkılır.

Otelin yeniden inşası için en uygun mekanın, arsası “New York Central Railroad”a ait olan 49. ve 50. sokaklar arasındaki blok olduğuna karar verilir. Ancak ufak bir sorun vardır: Söz konusu mekânda, biri YMCA, diğeri “American Express”e ait olmak üzere üç büyük bina mevcuttur. Bunun dışında, “Grand Central” (Merkez İstasyonu) bölgesine enerji dağıtan, ısıtan, aydınlatan NYC merkez santralı da burada bulunmaktadır. Bu kez kendini feda edecek olan bu binalardır. 1929 yılında yıkım işlerine başlanır. Binlerce metrelik elektrik kabloları, sıcak su ve buhar boruları, hava kompresörleri, depolar, motorlar, dev vantilatörler başka bir yere taşınır. Nereye mi? Grand Central terminâl binasının 30 metre altına. Merkez İstasyonu da, Amerikan zevksizliği ile taban tabana zıt mimarisi ile hayranlık uyandıran bir başka binadır.

Yeni otelin milletin açlıktan inim inim inlediği, milyonların işsiz kaldığı ekonomik buhran döneminde yapılması, ekonomik krizlerin zenginleri değil, her zaman zaten hiç bir şeyi olmayanlarla çok az şeyi olanları vurduğunu; ekonomi tarihinin sürekli tekerrür ettiğini gösteriyor. New York şehrinin alâmeti farikası olan “Empire State Building”, “Chrysler Building”, “Bloomingdale’s” gibi binaların ortak özelliği, art-deco tarzının en güzel örnekleri olmalarının yanı sıra, hepsinin “Yık, Yap, Ekonomiye Can Kat” kampanyası kapsamında “Büyük Buhran” döneminde inşa edilmiş olmalarıdır. Ekonomik krizlere gire çıka bu işin gediklisi olan ülkemizde de, kriz zamanları inşaat sektörü alevlenir. Stilden zarafetten nasibini almamış alışveriş merkezleri ve toplu yaşama alanları hızla yükselmeye başlar. Çekmeköy, Beylikdüzü gibi bölgelerde Napoli ve Venedik’e benzeyen toplu konutlar, Ankara’da aralarındaki mesafe yüz metreyi bile bulmayan AVM'ler, Antalya sahillerinde Topkapı, Kızkulesi minyatürlü, Swarowski taşlardan imal avizelerle aydınlatılan kitsch oteller çok ihtiyacımız varmış gibi arzı endam eder. Neyse sosyalizme bulaşmadan konformizmin rahat koltuklarında içkilerimizi yudumlayarak mimari gezimize devam edelim.

47 katlı otelin yaratıcıları Schultze & Weaver, burasının konaklanacak bir mekandan ziyade yaşanacak bir yer olmasını istediklerinden, alışıldık monoton otel dekorasyonundan uzak, art deco tarzında her bir odası farklı bir zevkle döşenmiştir. Binanın, 28-41 katlar arası ise, lüks apartman dairelerinin bulunduğu Waldorf Towers olarak bilinir. İşte orjinal Waldorf=Astoria'nın külleri arasından doğan bu süper lüks otelin lobisini, odalarını, balo salonlarını anlatmaya benim naciz kelime dağarcığım yetmez.

Devasa bir blokluk yer kaplayan penceresiz lobisinin duvarları tamamen ceviz kaplamadır. Lobideki sütunlar kırmızı mermerdendir. Tavan ve kornişlerde ise altın ve gümüş varak kullanılmıştır. Benim gibi aval aval kornişlere, tavan süslemelerine dalıp heyeti kaçıranlar için lobinin ortasında orjinal otelden yadigâr kalan 3 metre uzunluğundaki 2 tonluk bronz bir saat vardır. Gerçi saat de zamanı unutturacak kadar güzel.


Balo salonlarının sıralandığı 3. kattaki gümüş koridor, kemerli tavanı ve şık avizelerinden ötürü bana kutsal bir yerde olduğum hissini vermişti. Mimariye meraklıysanız görmeden geçmek istemeyeceğiniz bir binadır. Otelin ve kulelerin yıllar içinde sayısız ünlü konuğu olmuş. Amerikan Başkanlarından Herbert Hoover ile General McArthur 50li yıllarda farklı katlarda birbirlerine komşu olarak burada yaşamışlar. Gangsterler de otelin müdavimleri arasında yer alıyor. Lucky Luciano ve Bugsy Siegel’in oteli vadi evi olarak kullanmışlıkları var.

Park Caddesi Lobisi eskiden kadınların, kocaları ya da sevgilileri hesabı öderken vakit geçirsinler diye kullanılırmış. Diyeceksiniz ki, iki dakikalık iş neden kocasının yanında beklemesin. Birincisi eskiden kredi kartı yoktu, tonla nakti sayıp ödeme yapmak zaman alıcı bir şey olsa gerek. İkincisi ve inanılır gibi değil ama gerçek nedeni para alışverişi gibi kirli bir işe kadınların tanık olmasının nezaketsizlik sayılmasıymış.

Fotoğraftaki oda, 4 adet iç içe geçmiş odadan oluşan “Presidential Suite”. Bu oda öncekli olarak Amerikan başkanı ve Dışişleri Bakanlığı üst düzey görevlilerine ayrılmış. Makam-ı âli’den talep gelmediği takdirde, “Fortune 500”de yer alan şirketlerin CEOları tarafından kullanılıyormuş. Kayıtlara göre, Nikita Khrushchev ve  General Charles de Gaulle de bu sarı döşekte yatmış. Windsor Dükü ve Düşesi yani, mülga prens Edward ile zevcesi Amerikalı Wallis Simpson da Waldorf=Astoria Towers’da yaşamış.

Otelin kendine ait Grand Central’dan Waldorf=Astoria’ya kadar gelen bir tren hattı var. Franklin D. Roosevelt ve Douglas McArthur tarafından kullanılmış bu hat. Platforma geçiş sağlayan asansör Roosevelt’i arabasıyla birlikte indirir çıkarırmış. Krizden etkilenip masrafları kıstıkları için hat kapanmış kalantorlara duyurulur.

Bu kadar güzel bir mekân olur da filmlerde kullanılmaz mı? “Kadın Kokusu” filminde kör albay Al Pacino ile sivilceli çocuk Chris O'Donnell Waldorf=Astoria’da kalırlar. Albayın sarışın hatunla tango yaptığı salon ise “Hilton Ballroom”dur. J.Lo’nun “Maid in Manhattan” adlı uçakta izlemelik filmi de bu otelde çekilmiştir.

Ayıptır söylemesi 2000 yılında bu otelde bir güncük de olsa kalmışlığım vardır. Lakin benim kaldığım odanın resimlerdeki debdebeli odalarla alakası yoktu. Zannımca bize soylu ev zengin takımının uşak ve hizmetçilerinin kaldığı odalardan birini vermişlerdi. Yere düşsen belini kırabileceğin taht misali yatağın içinde televizyon seyredip bütün minibarı boşaltmıştım.


Hiç yorum yok: